PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Binbir Osmanlı Hikayesi


4Eylul
21.07.2008, 21:35
“Cevri Kalfa” adında bir kahraman kadın!

Temmuz 1808’de, Topkapı Sarayı, tarihinin en acı olaylarından birini yaşadı... Harem dâiresini basan 20 kadar azılı serseri, tekrar tahta çıkarılacağı anlaşılan III. Selim Hân’ı şehit etmiş, sonra da Şehzâde Mahmud’un peşine düşmüşlerdi. Onu da katledeceklerdi...

İki sadık insan...
Asiler, 23 yaşındaki şehzâdenin yanına vardıklarında, karşılarına III. Selim Hân’ın iki sâdık adamı dikildi: Anber Ağa ve Hafız İsa Ağa... Bunlar, kılıçlarını çekmiş, saldırganları durdurmaya çalışıyorlardı. Ancak, durum ümitsiz ve vahimdi. Çok geçmeden hem kendilerinin hem Şehzâde Mahmud’un ecel şerbetini içmesi kaçınılmaz gibi görünüyordu...
O sırada, hiç akla gelmeyecek bir olay yaşandı!

Yüzlerine ateş saçıldı!
Harem gediklilerinden Cevri Kalfa, sevgili şehzâdesinin elden gitmekte olduğunu görünce, hamam külhanından bir tas sıcak kül alıp koşturmuş, saldırganların yüzüne serpivermişti. Adamlar yanan gözlerini silip toparlanmaya çalışırken, o yeniden kül serpiyor du. Bu müdâhale, Anber ve İsa Ağalara yeterli zamanı kazandırdı. Şehzâde Mahmud’u hemen dama çıkardılar, oradan da aşağıdaki arkadaşlarının uzattığı merdivenle yere indirmeyi başardılar...
Ertesi gün, genç şehzâde, 30. Osmanlı pâdişahı olarak tahta oturdu. Sultan II. Mahmud Hân, hayatını kurtaran bu kahraman kadını, Hazinedar Ustalığı görevine getirdi, ona Çamlıca’da, içinde yeni köşküyle beraber geniş bir arazi bağışladı. Cevri Kalfa ise, zenginleşince kendini hayır işlerine vererek Divanyolu’nda büyük bir Sıbyan Mektebi ve bir çeşme yaptırıp, Üsküdar ve Eyüp’te vakıflar kurdu...

4Eylul
22.07.2008, 20:58
Osmanlı İmparatorluğu, 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren girdiği her savaşı kaybetti ve arka arkaya alınan bu mağlubiyetler, halkı kurtarıcı aramaya itti. Tahta çıkan her padişah yeni bir ümit oluyordu ancak değişen bir şey yoktu...
O yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu gittikçe küçülürken, halk da gittikçe yoksullaşıyordu... 1808’de İkinci Mahmud Osmanlı tahtına çıkmıştı... Yeni hükümdarın ilk saltanat yılları çok sıkıntılı idi. Tahta geçmesinden bir buçuk ay sonra Yeniçeriler ayaklandı, ardından büyük bir yangın İstanbul’un önemli bir kısmını yok etti. Bu arada Rusya ile daha önce başlamış olan savaş da devam ediyordu.

Kıtlık yılları...
Ruslar, 1809 Kasım’ından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nu iyice sıkıştırmaya başladılar. Savaş yüzünden İstanbul’da kıtlık yaşanıyordu.
İkinci Mahmud Han, 1810 Şubat’ında yanında sarayın yüksek memurlarından olan Silahdar Ağa ve birkaç adamı ile beraber Fatih semtinde kılık değiştirmiş vaziyette gezerken, kendine beddua edildiğini işitti.
Halk, bir fırının önünde ekmek kuyruğuna girmişti ve izdiham yaşanıyordu. Bu sırada ekmeğini güç bela alabilen bir kadın fırından ayrılırken ‘Padişahın gözü kör olsun. Şu ekmeği alıncaya kadar çektiğimiz eziyete bak!’ diye bağırmıştı.
Padişahın adamları, kadının yanına yaklaşarak “Padişah n’eylesin kadın? Bu çektiğiniz kendi suçunuzdur. Bunu siz Allah’tan bilin, padişah n’eylesin?” dediler.
Kadın, bu sözleri duyunca iyice çileden çıktı. Nasihat etmeye çalışanlara bağırıp çağırdı.
Mahmud Han, olup bitenlerden oldukça etkilenmişti. Yine de tahammül gösterip, aldırış etmemiş gibi davrandı.
Padişah, ertesi sabah, aleyhinde bağırıp çağıran kadına verilmesi için Silahdar Ağa ile 100 kuruş gönderdi.

İftardan hemen sonra!..
Ağa, fırına giderek bir gün önce bağırıp çağıran kadını sordu ve kadının bir gün önce iftardan hemen sonra aniden kör olduğunu öğrenince bir hayli şaşırdı ve hemen evine gitti. Silahdar Ağa’nın adamları, evin kapısını vurup kadını dışarıya çağırdılar ve onun hakikaten kör olduğunu görünce şaşkınlıkları daha da arttı.
Hikmet-i Hüda, bir gün önce ‘Padişahın gözü kör olsun’ diyen kadın evine dönmesinden hemen sonra bir göz ağrısına tutulmuş ve iki gözü de görmez olmuştu...

4Eylul
24.07.2008, 22:01
Milli Birlik Komitesi üyesi Ahmet Er, 1960 yılında Libya’daki Türk Sefâretine ‘Devlet Müşaviri’ olarak tayin edilir. Kendileri zaman zaman Libya’da seyahate çıkarlar. Bunlardan birinde, mihmandarı, geçtikleri kasabada yaşlı ve meşhur bir âlimin bulunduğunu, onu ziyaret etmenin faydalı olacağını söyler. Ve giderler...

“Ben senin elini öpmeliyim”
Oldukça ıssız bir yerde, bir ağacın gövdesine yaslanmış olan 80 yaşlarında, beyaz sakallı ve âmâ olduğu ilk bakışta belli olan Şeyh’i görürler. Ahmet Er kendisini takdim eder. Türk olduğunu da söyleyerek elini öpmek için müsaade ister. Bunun üzerine Şeyh, Ahmet Er’e hitâben:
- Ben senin elini öpmeliyim, der.
Ahmet Er’in “Estağfirullah” demesine fırsat bırakmadan, ani bir hareketle elini öper. Bilmukabele, muhatabı da onun elini öper. Bunu müteâkip Şeyh efendi Ahmet Er’e sorar:

“Hangimiz kazançlıyız”
- Hangimiz kazançlı çıktık?
Ahmet Er cevap verir:
- Ben kazançlı çıktım; çünkü, pîr-i fâni bir Müslüman âlimin elini öptüm.
Şeyh, hafifçe gülümser ve şu cevabı verir:
- Hayır ben kazançlıyım. Çünkü sen, çölde fakir ve nâçiz bir Müslümanın elini öptün. Ben ise şanlı, şerefli Osmanlı’nın elini öptüm...
Orada bulunan herkes, bu sözlerden duygulanmış ve gözyaşlarına hakim olamamışlardır...

4Eylul
25.07.2008, 21:06
Çanakkale muharebelerinde kumandanlık etmiş, yaralanmış emekli bir subay hatırarında şöyle anlatıyor: Çanakkale Harbi’nin devam ettiği günlerden birindeyiz... O gün akşama kadar devam eden savaş, üstünlüklerine rağmen yine zaferimiz ile neticelenmek üzereydi. Gözetleme yerinde muharebenin son safhasını heyecanla takip ediyordum. Mehmetçiklerin “Allah Allah...” nidaları ufku titretiyor, top seslerini bile bu müthiş haykırışlar bastırıyor gibiydi.

“Dehşetle ürpermiştim!..”
Bir aralık yanımda bir ayak sesi duyar oldum. Geriye dönünce Ali Çavuş ile karşılaştım. Sapsarı olmuş yüzünde müthiş bir ıstırap okunuyordu. Daha “neyin var” demeye kalmadan, o her şeyi anlatmaya yetecek olan kolunu bana gösterdi. Dehşetle ürpermiştim. Sol kolu bileğinin dört parmak kadar yukarısından aldığı bir isabetle hemen hemen tamamen kopacak hale gelmişti ve elini yere düşmekten ancak zayıf bir deri parçası alıkoymakta idi. Ali Çavuş dişlerini sıkarak ıstırabını yenmeye çalışıyordu. Sağ elindeki çakıyı bana uzattı:
-Şunu kesiver kumandanım! dedi.
Bu üç kelimelik cümle, öyle müthiş bir istek, öyle bir mecburiyet ifade ediyordu ki, gayri ihtiyari çakıyı aldım ve derinin ucunda sallanan eli koldan ayırdım. Bu tüyler ürperten vazifeyi yaparken de;
“Üzülme Ali Çavuş, Allah sağlık versin!” diye moral vermeye çalışıyordum. Çok geçmeden Ali Çavuş, yalnız elini değil, vatan uğruna fani vücudunu da feda etti. Gözlerini hayata yumarken de;

“İlahi yardıma nail olduk...”
“Vatan sağ olsun! Allah imandan ayırmasın!.. Canım vatana feda olsun!..” cümlelerini tekrarlayarak son nefesini vermiş, etrafı küçük bir kan gölü haline gelmişti...
Çanakkale Harbi nasıl bir iman gücüyle kazanıldı? Bu hususta, bizzat harbe iştirak etmiş bulunan kahraman yiğitler, bizlere zaferin taktiğini şu şekilde anlatıyorlardı:
“Gönüllerimiz Allah’a niyaz halindeydi. O’nun yardım ve istianesine (yardımına) sığınmıştık. Kumandanlarımız da sürekli olarak bize “Salat-ı Nariyye”yi okutturuyorlardı... Böylece İlahi yardıma nail olduk...”

4Eylul
29.07.2008, 21:30
Kanuni Sultan Süleyman, Seyhülislâm Ebüssuud Efendi’den, manzum bir beyitle, Topkapı Sarayının bahçesindeki meyve ağaçlarına zarar veren karıncaların yok edilmesinin dinen caiz olup olmadığını sordu.
Beyit şöyle:
“Dirahta ger ziyan etse karınca
Günah var mıdır ânı kırınca?”
(Eğer karınca ağaca zarar verir, onu kurutursa onu yok etmenin bir günahı var mıdır?)
Şairliği de bulunun Ebüssuud Efendi, manzum soruya manzum bir cevap verdi:
“Yarın Hakkın divanına varınca,
Süleyman’dan hakkın alır karınca...”
***

Vali Rüstem Paşa
Kanuni Sultan Süleyman, kızı Mihrimah Sultan’ı; zekî, bir devlet adamı olan Rüstem Paşa’ya vermek istiyordu. Rüstem Paşa bu sırada Diyarbakır Valisiydi. Saraya damat olacağı duyulunca hakkında bir sürü dedikodu çıkarıldı. Bunların en önemlisi, Rüstem Paşa’da cüzzam hastalığı bulunduğu iddiasıydı. Kanuni, sarayın hekimbaşını çağırarak cüzzam hastalığının en çok tanınan belirtisinin ne olduğunu sordu. Hekimbaşı, cüzzamlı bir kimsede bit barınamayacağını söyledi.
Bunun üzerine Diyarbakır’a adamlar gönderildi. Bunlar gizlice Rüstem Paşa’nın çamaşırlarını kontrol ettiler ve bite rastladılar. Böylece Rüstem Paşa’nın cüzzamlı olmadığı anlaşıldı.

Bahtı açık olunca...
Bu hadise üzerine devrin bir şaîri şu beyti söyledi:
“Olacak bir kimsenin bahtı kavi, talihi yâr,
Kehlesi (bit) dahi mahallinde onun işe yarar.”
(Bir kimsenin bahtı açık, şansı da yaver olursa, onun biti bile yerinde, zamanında işe yarar, yükselmesine yardım eder.)

MİKAİLOGLU
08.12.2009, 02:10
BU GÜZEL PAYLAŞIMLAR İÇİN TŞK.ALLAH RAZI OLSUN.