PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : TARİHTEN KISA KISA


jacop162000
08.09.2008, 23:10
Kocatepe'nin Türk Uçaklarınca Batırılması
21 Temmuz 1974, Kıbrıs açıkları

İngiltere, Türkiye ve Yunanistan'ın garantörlüğünde 1960'da resmen kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti adadaki iki etnik topluluk arasındaki ilişkileri bir sisteme bağladıysa da Türkler ve Rumlar arasındaki sorunlar bir türlü sona ermiyordu. Her iki topluluk içinde de adanın Türkiye'ye ve Yunanistan'a bağlanması için faaliyetler sürüyor, zaman zaman da saldırılar ve katliamlar meydana geliyordu.

1963, 1964 ve 1967'de kanlı olaylar cereyan etmiş ve Türkiye "soydaşlarını kurtarmak üzere" adaya silahlı müdahalede bulunmaya bile kalkışmıştı. 1964 olaylarından sonra Başbakan İsmet İnönü Kıbrıs'a çıkartmayı ciddi ciddi düşünmüş ama hem 5 Haziran 1964'deki ünlü "Johnson Mektubu" hem de Türk ordusunun bu çapta bir amfibik harekatı yürütecek olanaklara sahip olmaması üzerine çıkartmadan vazgeçilmişti.

ABD Başkanı Johnson Başbakan İsmet İnönü'ye gönderdiği mektupta, eğer çıkartma yapılırsa bir Sovyet tehdidi karşısında Nato'nun Türkiye'nin yanında yer almayacağını söylemiş ve İnönü de "Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır" gibi ağır bir laf etmişti, ama olay da o noktada bitmişti. Buna rağmen Türkiye bir gövde gösterisi yapacak ve uçaklarını adanın üzerine gönderecekti.

Bu harekat sırasında 8 Ağustos 1964'de Türk pilotu Cengiz Topel'in uçağı düşecek ve pilot da hayatını kaybedecekti. 1967'deki kriz sırasında ise Yunanistan'daki Albaylar Cuntası Yunan askerlerini ve Grivas'ı adadan çekmeyi kabul ederek geri adım atacaktı.

Ancak Yunan cuntası Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios'dan kurtulmakta kararlıydı ve nitekim 1974 yazında harekete geçti. 15 Temmuz 1974'de Nikos Sampson liderliğinde bir darbeyle Makarios devrildi ve Kıbrıs'ta da Atina'daki cunta yönetimin uzantısı bir yönetim oluştu. Makarios son anda kurtularak Malta'ya kaçmıştı.

Makarios'dan Türkiye de rahatsızdı ama Sampson'un yönetiminin kabullenilmesi de mümkün değildi. Özellikle 1963 ve 1964 olaylarında Türklere yapılan saldırılarla tanınan Sampson hem uluslararası anlaşmaları çiğnemiş, hem de adadaki Türklerin can güvenliğini büyük bir tehdit altına sokmuştu.

Türkiye'de iktidarda bulunan CHP-MSP hükümeti adaya çıkartma yapmanın kaçınılmaz olduğuna karar vermişti. 1964'de-ki krizden ders çıkararak gereken önlemlerini alan Türk ordusu da adaya yapılacak bir çıkartma harekatı için gereken olanaklara artık sahipti. Sampson yönetimi uluslararası düzeyde tepkiyle karşılanmış ve arkasında Yunanistan'ın olduğu bilindiği için Albaylar Cuntası da ağır bir baskı altına alınmıştı. Dolayısıyla koşullar Türkiye'nin adaya çıkartma yapması için hayli uygundu.

Öteden beri adada denizle bağlantısı olan bir bölgede Türk egemenliğinin oluşturulması gerektiğine inanan Türkiye'nin eline bu amacına ulaşmak için iyi bir fırsat geçmişti. Başbakan Ecevit ve Dışişleri Bakanı Turan Güneş'in yürüttüğü temaslar, bir diğer garantör devlet olan İngiltere'ye ortak askeri harekat önerileri olumlu karşılık bulmayınca 20 Temmuz 1974 sabahı Türk birlikleri çıkartma harekatına başladı. Başbakan Ecevit "Barış Harekatı" adı verilen askeri harekatın Kıbrıs'a barış, Yunanistan'a da demokrasi getirmek üzere yapıldığını söylüyordu.

Girne bölgesine çıkartma yapan Türk birlikleri şiddetli bir direnişle karşılaştılar ancak burada bir köprü başı tutmayı da başaracaklardı. Girne'den Lefkoşa'ya doğru ilerlemek ve iki kent arasında bağlantı kurmak zorundaydılar. ABD ve diğer ülkeler Türkiye'nin askeri harekatına karşıydılar.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi hemen toplanarak ateşkes çağrısında bulundu ve sorunun barışçı yollardan çözümlenmesini istedi. Ancak Türkiye artık askeri harekatı başlatmıştı. Sampson'un darbesinin gayri meşru niteliği ve Atina'da iktidarda bir askeri cuntanın bulunması doğrusu Ankara'nın işini kolaylaştırıyordu. Girne ve Lefkoşa arasındaki bağlantıyı kurup, askeri açıdan saptanan hedeflere ulaşmadan BM'nin çağrısına uyulması düşünülmüyordu.

20 Temmuz sabahı başlayan savaş 21 Temmuz günü de bütün şiddetiyle sürerken Ankara'da savaşı yönetmekte olan Genelkurmay Karargahına gelen bir istihbarata göre Yunanistan'dan Kıbrıs'a doğru yola çıkan bir filo adaya silah ve asker götürüyordu. Baf limanı açıklarına doğru ilerlediği bildirilen bu Yunan savaş gemilerinin durdurulması gerekiyordu.

Girne limanında bulunan üç Türk muhribi, Kocatepe, Adatepe ve Mareşal Çakmak gemilerine bölgeye doğru hareket etmeleri ve bu Yunan filosunu karşılamaları emri verilirken, Türk savaş uçaklarına da aynı şekilde bölgeye intikal etmeleri ve Yunan gemilerini vurmaları bildirildi.

Ama bu arada Ankara'daki savaş karargahı çok ilginç bir şey daha saptadı. Bu Yunan gemileri Türk bayrağı çekmişti ve telsiz konuşmaları da Türkçe yapılıyordu! Karargah hemen bu durumu değerlendirdi; Yunan gemileri Türkleri şaşırtmak ve kendi gemileri sanmalarını sağlamak için Türk bayrağı çekmek ve Türkçeyi iyi bilen Yunan personelini kullanmak gibi çok kurnazca bir savaş hilesine başvurmuşlardı, ama Türk Genelkurmayı bu numarayı yemezdi!

Türk ve Yunan askerleri NATO'da birlikte çalıştıkları için ortak yürütülen tatbikatlarda Türk birliklerinin kullandığı dili ve kodları iyi incelemişlerdi ve görüldüğü kadarıyla gayet güzel taklit ediyorlardı.

Bu durum hemen Başbakan Ecevit'e de bildirilecekti. Çünkü yine o saatlerde ateşkes görüşmeleri de sürüyordu ve ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'la Ecevit arasında sürekli telefon görüşmesi yapılıyordu. Kissinger, Yunanistan'ın ateşkes istediğini söylüyor ve Türkiye'nin de buna olumlu yanıt vermesi için baskı yapıyordu. Yoksa savaş Kıbrıs'la sınırlı kalmayarak bir Türk-Yunan savaşına dönüşebilirdi.

Adaya çıkartma yapmış Türk birliklerinin ilk hedeflerine ulaşmadan bir ateşkese yanaşmak istemeyen Ecevit de zaman kazanmaya çalışıyordu. Ecevit'e "Türk bayrağı çekmiş ve Türkçe konuşan" Yunan savaş gemilerinin Kıbrıs açıklarında bulunduğu bilgisi verilince Türkiye Başbakanı çok sevindi.

İşte Kissinger'in ateşkes baskısını geriletmek için eline iyi bir silah geçmişti. Kissinger'a Yunanistan'ın ateşkes isterken samimi olmadığını artık kanıtlayabilirdi; hem ateşkesten söz ediyor, hem de asker ve cephane yüklü savaş gemilerini Kıbrıs'a gönderiyordu. Ve üstüne üstlük de bu gemilere Türk bayrağı çekip, Türkçe bilen personel yerleştirerek kötü bir savaş hilesine başvuruyordu. Kissinger'a tüm bunları anlattığında ABD Dışişleri Bakanının söyleyebileceği bir şey kalmayacaktı.

Nitekim Başbakan Ecevit ABD Dışişleri Bakanı ile bu konuyu tam da bu çerçevede görüşecekti. Daha sonra Henry Kissinger anılarını yayımladığında o 21 Temmuz sabahı kendisiyle Ecevit arasında geçen telefon görüşmesini bütünüyle aktaracaktı.

Ecevit telefonda bazı Yunan savaş gemilerine Türkçeyi iyi bilen personelin yerleştirilip, Türk bayrağı çekildiğini ve bu gemilerin batırılacağını söyleyince Kissinger da şaşırmış, Ecevit'in sözünü ettiği bölgede Yunan savaş gemilerinin bulunduğu bilgisine sahip olmadığını söylemiş ama Ecevit'in verdiği bilgilere de kuşkuyla yaklaştığı için çok ilginç bir yanıt vermişti. Kissinger; "Evet, sayın başbakan" demişti, "Türk bayrağı taşıyan ve Türkçe konuşulan gemileri batırdığı için Türkiye'yi kimse suçlayamaz."

Kissinger'ın anılarında aktardığına göre Ecevit'le konuşmaları şöyle olmuştu:

Ecevit: Yunanistan'ın ateşkes istediğinden söz ediyorsunuz ama ortada ciddi bir sorun var. Yunanistan'ın samimiyetinden ve güvenilirliğinden kuşkuluyuz. Yuannides'in şeref sözü bir oyundan ibaret. Yuannides'in sözlerinin gerisindeki oyunu şimdi anladık. Yunan bayrağı taşıyan her gemiye ateş açabileceğimizi söyleyip ardından da gemilerine Türk bayrağı çekiyor!

Kissinger: Eh, kendi gemilerinizi batırırsanız sizi hiç kimse suçlayamaz.

Ecevit: Hayır, Dr. Kissinger, onlar bizim gemilerimiz değil. Onlar Yunan gemileri. Türk bayrağı çekmiş Yunan gemileri.

Kissinger: Evet, sayın başbakan, Türk bayrağı taşıyan ve Türkçe konuşulan gemileri batırdığı için Türkiye'yi kimse suçlayamaz.

Ecevit: Yunanlılar hile yapıyorlar. Biz NATO müttefikiyiz ve Yunan pilotlar kodumuzu biliyorlar. Türkçe konuşuyorlar, pilotlarımızla Türkçe ve bizim kod kelimelerimizi kullanarak temas kuruyorlar. Bu durumda Yunanistan'ın sözlerine nasıl güvenebiliriz?

Kissinger: Tam olarak istediğiniz nedir? Sizin zeki bir insan olduğunuzu Harvard günlerinden biliyorum. Size saygı duyuyorum ama bu çatışma devam etmemeli. Bu iş böyle giderse altı hafta boyunca devam edebilir.

Ecevit: Ateşkes istediklerini söylüyorlar ama ateşkesi adaya askeri yığınak yapmak için istedikleri açıkça ortaya çıktı. Yunanlılar bu yöntemlere son vermeliler.

Kissinger: Hangi yöntemlere son vermeliler?

Ecevit: Ateşkese hazır olduklarını söylüyorlar. Ama bir yandan da bize ateşkesi çiğnemekte kullanacakları hileleri de göstermiş durumdalar.

Kissinger: Bana ateşkesi kabul etmeyeceğinizi mi söylüyorsunuz?

Ecevit: Ateşkesi kabul edeceğiz.

Kissinger: Bugün mü?

Ecevit: Şu anda sorunu görüşmekle meşgulüz.

Kissinger'la bu görüşmenin ardından "Türk bayrağı çekmiş ve Türkçe konuşulan" Yunan gemilerinin batırılması için bir engel kalmamıştı. Çünkü Türkiye resmen Yunanistan'la savaş halinde değildi ama bu gemiler batırıldığında iş bu noktaya kadar gidebilirdi. Ancak ABD Dışişleri Bakanı'nın da onayladığı gibi Yunanistan yaptığı hilenin sonuçlarına katlanacaktı!

Türk savaş uçakları üç Türk gemisinin üzerinde görüldüğünde gemidekiler bunların Türk uçakları olduğunu anladılar. Çünkü Yunan uçaklarının menzili bulundukları bölgeye kadar gelip böyle uzun uzun dolaşmalarına yetmezdi. Uçakların saldırıya geçmeye hazırlandığım gören gemiler şaşkınlık içindeydi.

Pilotlarla temas kurmaya çalıştılar. Ama tüm çabalar beyhudeydi, Türkçe konuşmaları ve kendilerini Türk gemileri olarak tanıtmalarının bir şeyi değiştirmesi mümkün değildi. Zaten pilotlara bunun bir Yunan savaş hilesi olduğu bildirilmişti. Pilotlar kendileriyle temas kurmaya çalışan Türk gemilerinin subaylarına küfürler yağdırarak saldırıya geçtiler ve bombalarını bırakmaya başladılar.

Saldıranın Türk uçakları olduğunu bilen gemiler ateş de edemiyor, kendilerini savunamıyorlardı. Böylece Akdeniz'in ortasında kolay bir hedef haline gelen üç Türk muhribine Türk uçakları rahat rahat bombalarını attılar. Uçakların ilk saldırısında üç Türk muhribinden Kocatepe ağır yara aldı ve hızla batmaya başladı.

Mareşal Çakmak muhribi Kocatepe'nin yanına doğru hareket ederek gemiyi terk etmekte olan personeli kurtarmak istedi. Ama bu durumu gören uçaklar döndüler ve ikinci bir kez daha saldırıya geçerek bu kez yağdırdıkları bombalarla Mareşal Çakmak muhribinde de ağır hasar meydana getirdiler.

İsabet alan Mareşal Çakmak da kendi derdine düştü, batmaktan kurtulmak için Kocatepe'den uzaklaştı ve hala çalışmaya devam eden tek kazanıyla zigzaglar çizerek Mersin sahillerine doğru çekilmeye başladı. Aynı şekilde Adatepe de yara almış ve o da bölgeyi terk etmeye çalışıyordu.

Görevlerini başarıyla tamamladığına inanan pilotların üslerine dönerken duydukları bir telsiz anonsu gariplerine gidecekti; Baf bölgesinde Türk gemilerinin batırıldığını bildiriyordu telsiz. Ama üslerine dönene kadar ne olduğunu anlamayacaklar ancak yere indikten sonra faciayı öğrenebileceklerdi.

Adatepe ve Mareşal Çakmak muhripleri delik deşik vaziyette de olsa ancak ertesi gün Mersin'e ulaşmayı başarırken kaderine terk edilen Kocatepe muhribi Akdeniz'in sularına gömülecekti. Kocatepe mürettebatından 54 kişi hayatım kaybedecek, kurtulanlar denizde sallar üzerinde yaklaşık bir gün geçirdikten sonra tesadüfen bir İsrail balıkçı gemisi tarafından kurtarılarak İsrail'e götürüleceklerdi. Kurtulanlar arasında Kocatepe muhribinin komutanı Albay Güven Erkaya da vardı ve yıllar sonra Deniz Kuvvetleri Komutanı olacaktı.

Sonuçta ABD Dışişleri Bakanı Kissinger'ın dediği oldu; Türk bayrağı taşıyan ve Türkçe konuşulan gemilerin Türk uçakları tarafından batırılmasından dolayı kimse Türkiye'yi suçlamadı! Zaten bir süre "devlet sırrı" olarak kalan bu facia nedeniyle Türkiye içinde de kimse kimseyi suçlamayacak, kimseden hesap sorulmayacaktı!

Türk Hava Kuvvetleri ile Türk Deniz Kuvvetleri arasında meydana gelen çarpışmada 54 denizci hayatını kaybetmiş oldu, hepsi bu!!

****************************** ****************************** *****



Yıldırım Bayezid'dan Timur'a Mektuplar
1402, Ankara

Okuma yazma bilmek her zaman işe yaramayabilir, hatta padişah bile olsa bazen insanın başını derde sokup, hayatına bile mal olabilir! Nitekim okuma yazma bilen ilk Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid'ın Timur'a yazdığı hakaret mektupları nedeniyle canından olduğu tarihsel rivayetlerden biridir.

Yıldırım Bayezid ilklerin adamıdır; ilk okuma yazma bilen padişah olmasının yanı sıra kardeş kanı döken, savaşta esir düşerek can veren ve İstanbul'u kuşatan ilk Osmanlı padişahıdır.

Babası I. Murad, Kosova'da Haçlılara karşı kazandığı zaferden sonra savaş meydanında hançerlenerek öldürülünce Sadrazam Çandarlı Ali Paşa'nın yardımıyla kardeşi Yakub Çelebi'yi boğduran Yıldırım 28 Ağustos 1389'da padişahlığını ilan etti. Gerçekten de kısa sürede Rumeli'deki Osmanlı topraklarını Macaristan'a kadar genişletti, Anadolu'daki beyliklerin de bir çoğuna son vererek egemenliğini Fırat'a kadar ulaştırdı. Böylece babasından devraldığı toprakları üç misline çıkartırken Osmanlı'yı üçte ikisi Anadolu'da, üçte biri de Rumeli'de büyük bir devlet haline getirdi.

1391'de İstanbul'u ilk kez kuşatan Yıldırım yedi ay süren kuşatmadan sonra Bizans İmparatoru II. Manuel'le bir anlaşma imzalayarak onu haraca bağladı. Ayrıca İstanbul'da bir Müslüman mahallesi kurulmasını, bu mahalledeki bir kilisenin camiye çevrilmesini ve kadı bulunmasını da kabul ettirdi.

Gerek Bizans'la yaptığı bu anlaşma, gerekse Rumeli'deki genişlemesi sırasında yürüttüğü incelikli politikalar ve gerekse de 1394'de Kahire'deki Abbasi halifesinden "Kayzer-i Rum" unvanını almayı düşünmesi Yıldırım'ın diplomasinin dilinden oldukça iyi anladığını göstermektedir. Ama yine de Timur'a karşı dilini yeterince tutamamasının kurbanı oldu.

Başında bulunduğu devletin toprakları arasına sıkışmış bir kent devleti durumundaki İstanbul'u 1395'de ikinci kez kuşatan Yıldırım, bir Haçlı ordusu Bizans'a yardıma gelmek üzere yola çıkınca kuşatmayı kaldırarak Rumeli'ye geçti ve 25 Eylül 1396'da Niğbolu'da büyük bir zafer kazandı. Zaferinin tadım çıkarmak ve yenilene eziyet etmek için Yıldırım korkunç bir yol bulmuştu; kellesi vurulmak üzere belirlenen şövalyelerin içinden sadece ikisini kurtarma hakkı tanıdığı düşman ordusunun komutanının önünden binlerce esire resmi geçit yaptıracaktı.

Ve seçilen iki kişi dışında diğerlerinin hepsinin başları gövdelerinden ayrılacaktı. Yendiği ordunun komutanına böylesine korkunç bir davranışı uygun görürken bir gün kendisinin de yenilebileceği, savaşta esir düşebileceği herhalde aklına gelmemişti. Oysa en az kendisi kadar zalim olan başkaları da vardı...

Ardından tekrar Anadolu'ya geçen Yıldırım doğuda Erzincan ve Malatya'ya kadar ilerleyince batıya doğru sefer yapmakta olan Timur'la karşı karşıya gelmek zorunda kaldı.

Bu arada Yıldırım'ın topraklarını elinden aldığı Anadolu beyleri Timur'a sığınırken, Timur'un gazabına uğramış Karakoyunlu Yusuf Bey ve Celayir Sultanı Ahmed de Yıldırım'a sığınmıştı.

Sivas'a kadar gelip ardından güneye inerek Suriye ve Bağdat'ı fetheden Timur Anadolu beyleri tarafından Osmanlılara karşı kışkırtılıyordu. Aynı zamanda kendisini İlhanlıların varisi saydığı için Anadolu üzerinde hak iddia ediyordu. Osmanlıların kendisine bağlanmasını ve ayrıca Yıldırım'a sığınan Kara Yusuf ve Ahmed'in kendisine teslim edilmesini isteyen Timur'a Yıldırım hiç aldırmayarak, bu taleplerin hepsini reddetti.

Rumeli ve Anadolu'da kazandığı zaferlerle başı dönen kibirli Osmanlı padişahı tam tersine Timur'a hakaret dolu mektuplar gönderip, onu küçümsemekten de geri kalmadı. Kendi adını yaldızlı ve büyük harflerle yazıp, egemen olduğu toprakları uzun uzun sıralarken Timur'un ismini küçücük yazarak ona sıradan bir hükümdar muamelesi yaptı. Bu arada, rivayete göre, bir gözü kör olan Yıldırım, bir ayağı topal olan Timur'a "Bu dünya bir körle bir aksağa kaldıysa vay bu dünyanın haline" diyerek ve meydan okumuştu.

Böylece kaçınılmaz savaş en sonunda geldi çattı; büyük bir orduyla Anadolu'ya giren Timur Sivas'ı yerle bir etti. Fethettiği şehirlerin ahalisini öldürerek binlerce kelleden piramitler yapmak adetiydi, Sivas'ta da aynısını yaptı. Ardından Ankara'ya yöneldi ve kaleyi kuşattı. Bu sırada Yıldırım da Tokat üzerinden Ankara'ya doğru ilerliyordu. Kuşatmayı kaldıran Timur Çubuk ovasında Osmanlı ordusunu karşıladı.

28 Temmuz 1402'de meydana gelen Ankara Savaşı tarihin gördüğü en kanlı meydan savaşlarından biri oldu. Bütün gün boyunca, tam 14 saat süren çarpışmaların başlangıcında Osmanlı ordusu daha üstün görünüyordu. Karatatarlar ve daha önce Timur'a sığınmış olan beylerin askerleri de Osmanlı ordusunu terk ederek karşı tarafa geçince savaşın kaderi de belli oldu. Osmanlılar ağır bir yenilgiye uğradı.

Yıldırım'ın oğulları ve Sadrazam Çandarlı Ali Paşa kuşatmayı yararak kaçmayı ve canlarını kurtarmayı başardılar. Padişah ise hava kararıncaya kadar savaşı sürdürerek karanlıktan yararlanıp kaçmayı denedi ama Timur'un komutanlarından Çağatay Han tarafından yakalanarak esir edildi.

Yine rivayete göre savaşçılığı dolayısıyla Yıldırım'a saygılı davranan Timur yenik Osmanlı padişahından aynı şekilde karşılık görmedi. Tam tersine hakaretlerine devam eden ve diline egemen olamayan Yıldırım'ı en sonunda ayakta duramayacak kadar küçük bir kafesin içine kapatan Timur Anadolu'da gittiği her yere onu da götürdü. Ayrıca onu daha da aşağılamak için savaş meydanında Yıldırım'la birlikte yakalanan karısı Despina'yı da kendi sofrasında hizmetçi olarak kullandı.

Mağrur Yıldırım tüm bu hakaretlere ancak yedi ay dayanabildi ve sonunda kurtuluş için hiçbir umut kalmayınca kapatıldığı kafesin demirlerine kafasını vura vura 9 Mart 1403'de Akşehir'de intihar etti!!!
****************************** ****************************** ****************




Fatih Sultan Mehmed'in Oğullarının Taht Kavgası
1481-1494, Anadolu, Mısır, Rodos, Fransa, İtalya

II. Mehmed, İstanbul'u alarak Bizans İmparatorluğuna son vermiş ve tarihe "Fatih" unvanıyla geçerken Osmanlı devletini "imparatorluk" haline getiren padişah olmuştu. Ayrıca büyük dedesi Yıldırım Bayezid'ın Timur'a yenilmesinden sonra Osmanlı devletinin karşı karşıya kaldığı dağılma tehlikesi ve on yıldan fazla süren "Fetret Devri" sırasında şehzadeler arasında çıkan taht kavgalarının bir daha tekrarlanmaması için "kardeş katline" olanak tanıyan bir "kanunname" de yapmıştı.

Nitekim daha sonra bu kanunnameye uygun olarak çok kan dökülecek, saraydan bir gün içinde 17 şehzadenin cesedinin çıktığına bile tanık olunacağı zamanlar gelecekti. Ama Fatih kendi oğullarına söz geçiremeyecek ve Osmanlı tarihindeki en ciddi, en uzun süreli ve uluslararası boyutlar kazanan taht kavgası da Fatih'in oğulları arasında meydana gelecekti. Cem Sultan ile II. Bayezid arasındaki mücadele tam 13 yıl sürecekti.

Aralık 1459'da Edirne'de doğan Cem Sultan ağabeyi Bayezid'dan on iki yaş küçüktü ama ondan daha yetenekli ve daha iyi yetişmişti. Bir Türk beyinin, Dulkadiroğlu'nun kızından doğan Bayezid, babası Fatih henüz şehzade iken dünyaya gelmişti. Bir Hıristiyan prensesi, Macaristan Kralı Matyas'ın kuzeni Sofya'dan olan Cem ise II. Mehmed "Fatih" unvanını aldıktan ve imparator olduktan sonra doğmuştu. Dinini değiştirmemesine rağmen Çiçek Hatun adını alan Sofya, II. Mehmed'in hareminde yönetimi ele almış ve padişahın en sevdiği karısı olmuştu.

Fatih, Sofya'ya o kadar düşkündü ve öylesine değer veriyordu ki, Hıristiyan olarak kalmasına ve dini inancının gereklerini Topkapı Sarayı'nda sürdürmesine izin vermişti. Kendisinin de yine bir Hıristiyan prensesinin -Sırp Kralı Brankoviç'in kızı Mara Despina'nın- oğlu olması Fatih'in Cem'i daha çok sevmesinde rol oynamış olabilir. 3 Mayıs 1481'de Gebze'de son nefesini vermeden önce Fatih'in "Benden sonra tahta geçecek olan Cem'dir" dediği söylenir.

Yunanca ve Farsça'yı çok iyi bilen Cem Fransızca ve İtalyanca'yı da oldukça iyi konuşuyordu. Farsça'dan çeviriler yapıyor, müzik, edebiyat ve felsefeyle ilgileniyordu. Önce Kastamonu'ya daha sonra da ağabeyi Mustafa'nın ölümü üzerine de Konya'ya vali olarak atanan Cem'in ağabeyi Bayezid'a göre yeniçeriler ve halk tarafından daha çok sevildiği söyleniyordu.

Babaları öldüğü sırada Bayezid Amasya'da, Cem ise Konya'da bulunuyordu ve tahta Cem'in geçmesini isteyen Sadrazam Mehmed Karamani Paşa hemen Cem'e üç ulak, Bayezid'a de iki ulak göndererek durumu bildirdi. Konya İstanbul'a daha yakındı ama Topkapı Sarayı'nda Bayezid daha örgütlüydü. Zaten ölümünden önce Fatih'le oğlu Bayezid arasında dolaylı bir iktidar mücadelesi başlamıştı ve hatta Fatih'in Üsküdar'dan hareket ettiği orduyla Bayezid'ın üstüne yürüyeceği söyleniyordu. Daha önce bilinen bir sağlık sorunu olmayan padişahın birdenbire rahatsızlanarak ölmesi üzerine zehirlendiği ve üstelik Bayezid'ın

adamları tarafından zehirlendiği de ileri sürülecekti. Bayezid'ın damadı ve Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa ulakların Cem'e üç gün geç gitmesini sağladı ve böylece daha erken haberi alan Bayezid Amasya'dan hemen yola çıkarak Cem'den önce İstanbul'a gelip padişahlığını ilan etme fırsatını buldu.

Ama kendisini tahtın asıl sahibi gören Cem bu durumu kabullenmeyerek toparladığı bir orduyla Konya'dan yola çıktı. 28 Mayıs'ta Bursa önlerinde ağabeyinin gönderdiği orduyu yenerek Bursa'da hükümdarlığını ilan etti. Kendi adına para bastırıp, camilerde hutbe okutarak Osmanlı'da ikili bir iktidarın varlığını herkese kanıtlamış oluyordu.

Bu arada İstanbul'da kontrolü ele alan Bayezid iktidarını pekiştirmek için önemli adımlar attı. Cem'in destekçisi olarak bilinen Sadrazam Mehmed Karamani Paşa'ya karşı yeniçerileri kışkırttı ve onların bazı haklarının elinden alınmasının sorumlusu olarak gösterdi. Yeniçerilerin sadrazamı katletmesi üzerine hem Cem'in önemli bir destekçisinden kurtulmuş, hem de Yeniçerileri kendi yanına kazanmış oluyordu.

Bayezid, ulema ve vakıf sahibi güçlü aileleri de yanına alacak tarzda davrandı. Zaten Fatih'in ölümüne giden olayların nedenleri arasında gösterilen vakıf arazilerine ve mallarına el konulmasından vazgeçileceğini ve bunların eski sahiplerine verileceğini ilan ederek kardeşiyle arasındaki iktidar savaşının sonucunu tayin edecek bir adım da atmış oldu.

Böylece konumunu güçlendiren Bayezid büyük bir orduyla Bursa'daki Cem'in üzerine yürüdü. Kardeş kanı dökülmesini istemediğini söyleyen Cem, Bayezid'la anlaşmanın yollarını arayarak Anadolu topraklarının Bayezid'a, Rumeli topraklarının ise kendisine bırakılacağı ikili bir yönetim önerdi ama kabul edilmedi. 20 Haziran 1481'de Bursa önlerinde yapılan savaşı Cem kaybetti ve böylece fiilen ikili iktidar durumuna da son verilmiş oldu. Cem'in Osmanlıların ilk başkentindeki saltanatı ancak 20 gün sürebilmişti.

Cem savaşı kaybetti ama taht üzerindeki iddiasını, Fatih'in meşru varisinin kendisi olduğu yolundaki inancını kaybetmedi. Savaş alanında ele geçirilemeyen Cem annesinin ve ailesinin bulunduğu Konya'ya gizlice ulaştı ve buradan da hemen yola çıkarak Kahire'ye Memluklara sığınmayı başardı. Eylül ayı sonlarında ulaştığı Mısır'da Memluk Sultanı Kayıtbay tarafından törenle karşılanan Cem Sultan için artık uzun yıllar sürecek bir sürgün hayatı başlamıştı.

Oysa Cem'in tek düşüncesi yeniden Anadolu'ya dönüp bir ordu toparlayarak İstanbul'a yürümek ve gasp edildiğine inandığı tahtını ele geçirmekti. Bunun için Kayıtbay'ın mali desteğine ihtiyacı vardı ve Osmanlılarla ihtilafı olan Memluk Sultanının da Cem'e ihtiyacı vardı. Bu taht kavgasında Osmanlıların yıpranacağını hesaplıyor, Cem'in kazanması durumunda ise kendisine dost olan bir sultanın İstanbul'da olması tabii ki işine geliyordu.

Kayıtbay destek sözü verdi ama önce yaklaşan Hac zamanını değerlendirmesini ve Mekke'ye giderek hacı olmasını önerdi. Böylece bütün Müslümanlar gözünde itibar kazanacaktı. Nitekim Cem de bu öneriyi akıllıca buldu ve binlerce taraftarından oluşan görkemli bir kafileyle Mekke'ye giderek Osmanlı hanedanından İslamın kutsal topraklarına giderek hacı olan ilk kişi oldu. Gerçekten de bu durum İslam dünyasında Cem'in itibarını ve desteğini artırdı.

Kahire'ye döndükten sonra ailesini Kayıtbay'ın yanında bırakarak yeniden Anadolu'ya doğru yola çıkan Cem Suriye üzerinden Adana'ya geldi ve 14 Mayıs 1482'de Karaman beyi Kasım'la buluştu. Karamanlıların yanı sıra Bayezid'a karşı olan güçlerden bir ordu meydana getiren Cem Ankara'ya doğru yürüdü ve kaleyi kuşattı. Ancak Bayezid'in büyük bir orduyla üzerine gelmesi üzerine kuşatmayı kaldırdı ve Alaşehir'e doğru çekildi. Kuvvetleri dağılmıştı ve artık canını kurtarmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.

Çareyi Rodos şövalyelerine sığınmakta buldu. Şövalyelerin lideri Pierre d'Aubusson'la yapılan anlaşmaya göre adada özgür olacak ve istediği zaman adadan ayrılabilecekti. Güneyden Anadolu'dan ülkeye girerek şansını deneyen ancak kaybeden Cem bu kez Batı'ya giderek, kendisine destek olacağını söyleyen dayısı Macar Kralı Matyas'la buluşmayı ve Rumeli'den ilerleyerek tekrar şansını zorlamayı düşünüyordu.

20 Temmuz 1482'de geldiği Rodos'ta uzun süre kalmaya niyeti yoktu. Saint-Jean şövalyeleri ise Cem'i mümkün olduğunca uzun süre ellerinde tutmak ve böylece hem Osmanlı hükümdarının adaya saldırmasını engellemek ve ondan para sızdırmak, hem de Hıristiyan dünyası üzerinde etkili olmak istiyordu. Avrupa'daki her kral Osmanlı hükümdarının korkulu rüyası olan böylesi bir tutsağa sahip olmak için her şeyi yapabilirdi. Balkanları ele geçirip Orta Avrupa'ya doğru yayılmakta olan Osmanlıları ve İslam'ı durdurmak için Cem Sultan çok iyi bir araç olarak görülüyordu. Bunu başaran kral ise hiç kuşkusuz Avrupa'nın hakimi olurdu.

Gerçekten de l Eylül'de Rodos adasından gemiyle yola çıkan Cem Sultan ve kendisini terk etmeyen bir avuç adamı Ekim ayında Fransa kıyılarına, Nice şehrine ulaştılar. Cem'in bundan sonraki yedi yılı bazen kısmen özgür, bazen de iyice ağırlaşan tutsaklık koşulları içinde Rodos şövalyelerinin yönetiminde bulunan Fransa'nın Akdeniz kıyılarındaki şatolarda geçecekti.

Bu arada bir Fransız asilzadesinin Philippine adlı bir kızıyla kısa süreli bir aşk yaşadığı ve daha sonra ondan bir oğlu olduğu da söylenir. Ellerindeki değerli tutsağı kimseye kaptırmamaya çalışan Saint-Jean şövalyeleri Bourganeuf'da onun için özel bir kule bile yaptırdılar. Batılılar Cem Sultana "Zizimi" dedikleri için hala "Zizimi Kulesi" diye bilinen bu özel hapishanede Fatih'in oğlu iki yıldan fazla kaldı.

Bu arada İstanbul'daki ağabeyi Bayezid tabii ki hiç de huzurlu değildi ve yaşadığı sürece tahtı için bir tehlike olacak Cem'i ortadan kaldırmak veya en azından serbest bırakılmamasını sağlamak için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Cem'i elinde tutanlara yıllar boyunca her ay 40 bin düka altın rüşvet verirken bir yandan da onu öldürtmek için her yolu deniyordu. Cem gerçekten de Hıristiyan dünyası karşısında elini kolunu bağlıyordu.

Cem'i destekleyenleri kendi yanına çekmeye çalışıyor, siyasi ödünler veriyor, anlaşmalar yapıyor, hükümdarları satın almaya uğraşıyordu. Fransa Kralı XI. Louis'nin çok dindar olduğunu öğrenince Cem'i kendisine teslim etmesi için Topkapı Sarayı'nda bulunan Hıristiyanlık için kutsal emanetlerden "Vaftizci Yahya'nın elini" ve "İsa'yı öldüren mızrağın parçasını" krala vermeyi teklif etti. Ancak hasta ve yakında öleceğini düşünen kral bir kafirden bunları kabul etmeye yanaşmadı.

Hıristiyan dünyasının ruhani lideri Papa VIII. Innocentius da Cem'i elde etmeye çalışıyordu. Osmanlılara karşı bir haçlı seferi düzenlemeyi düşünen Papa, Cem'i de ikna ederse Türkleri Avrupa'dan atacağına inanıyordu. Nitekim uzun uğraşlardan sonra Saint-Jean şövalyelerinin lideri Pierre d'Aubusson'u kardinal yaparak Cem'in Roma'ya verilmesini sağlayacaktı.

Mayıs 1489'da Roma'ya gelen Cem, burada daha özgür olacağını ve Macaristan'a geçme olanağını bulacağını umuyordu. Ancak Papanın Hıristiyan olma davetine şiddetle karşı çıkınca yaşamı yine Rodos şövalyelerinin elindeki gibi sürüp gitti. Bu arada 6 Nisan 1490'da dayısı Macar Kralı Matyas da ölünce artık Cem'in Rumeli üzerinden İstanbul'a yürüme hayalleri de sönüp gidecekti.

Siyasi emelleri için Cem'le yakından ilgilenen son hükümdar Fransa Kralı VIII. Charles oldu. Kudüs üzerine bir sefer yapmak niyetindeki Charles, VIII. Innocentius'un ölümü üzerine 27 Eylül 1492'de yeni Papa olarak seçilen VI. Alexandre'ın Cem'i ağabeyi Bayezid'a teslim etmek için pazarlık yaptığını duyunca 31 Aralık 1493'de Roma'ya girdi ve Cem'i kendi himayesine aldı. Fransa Kralı ile birlikte İtalya'dan yola çıkan Cem yolda hastalandı ve 24 Şubat 1494'de Napoli'de öldü.

Henüz 35 yaşında hayata veda eden bu talihsiz şehzadenin ani ölümü zehirlenmiş olduğunu gösteriyordu. Ama bu konudaki esrar perdesi tam olarak aydınlanamadı. Bayezid'ın görevlendirdiği casuslardan birinin berber kılığında Cem'in yanına kadar gittiğini ve bir tıraş sırasında usturasıyla kanına zehir karıştırdığı söylentisi en çok üzerinde durulan olasılıklardan biridir.

Daha sonra ilaçlanarak bozulmadan saklanan cesedi bile yıllar boyu süren pazarlıklara konu olan Cem Sultan en sonunda ölümünden 5 yıl sonra Bursa'ya getirilerek toprağa verildi.

On yedi yıl önce Anadolu kıyılarından Avrupa'ya doğru yelken açmak zorunda kalan Fatih Sultan Mehmed'in en sevdiği oğlu taht kavgasında bir türlü başarılı olamamış ve Anadolu'ya ancak cesedi dönebilmişti. Kurduğu imparatorluğun taht kavgalarına sürüklenmesini önlemek için "kardeş katline" bile olanak tanıyan ve kendisinden sonra Cem'in gelmesini vasiyet eden Fatih ise ne oğullarının kavgasını önleyebilmiş, ne de kendisinden sonra Cem'in imparatorluğun başına geçmesini sağlayabilmişti.

Büyük bir imparator olabilirdi, ama "iyi bir baba" olduğunu kimse söyleyemeyecekti!!!

Sivasprensi
08.09.2008, 23:26
hepsını tek tek okudum ama bu gemı olayını ılk kez duydum ınanmak ıstemedım yazık olmus

jacop162000
09.09.2008, 00:24
hepsını tek tek okudum ama bu gemı olayını ılk kez duydum ınanmak ıstemedım yazık olmus



malesef inanmak zor ...................

Abdurrahman 58
09.09.2008, 00:26
abi bu tür konuları gündüz açsan daha iyi olur gözlerimizin şarjı bitti:)
emeğine sağlık.

jacop162000
09.09.2008, 00:35
abi bu tür konuları gündüz açsan daha iyi olur gözlerimizin şarjı bitti:)
emeğine sağlık.


okuduğun için teşekkürler.. gercekten güzel bi gerçek sonu acı olsada.....

SAWAS
09.09.2008, 01:32
Fatih Sultan Mehmet Han ın kötü baba olduğuna kusura bakmayın ama ben inanmıyorum.Çünkü Sultan Mehmet sadece bir PAdişah değil aynı zamanda evliya idi.Peygamber Efendimizin Hadis-i Şerifine nail olabilmek için her türlü ilmi almıştı hocası Akşemseddin Hazretlerinden.Evliya olan birinin babalık konusunda kötü olacağına ben ihtimal vermiyorum açıkca...

GuNaY
09.09.2008, 03:04
Bu yazıları nereden aldın?

jacop162000
09.09.2008, 10:49
Fatih Sultan Mehmet Han ın kötü baba olduğuna kusura bakmayın ama ben inanmıyorum.Çünkü Sultan Mehmet sadece bir PAdişah değil aynı zamanda evliya idi.Peygamber Efendimizin Hadis-i Şerifine nail olabilmek için her türlü ilmi almıştı hocası Akşemseddin Hazretlerinden.Evliya olan birinin babalık konusunda kötü olacağına ben ihtimal vermiyorum açıkca...



bu sadece tarihten gunumuze gelen ( ne kadar doğru ne kadar yanliş tartışılır.) bi kaynak.

SAWAS
10.09.2008, 00:41
bu sadece tarihten gunumuze gelen ( ne kadar doğru ne kadar yanliş tartışılır.) bi kaynak.
Bu kaynak ne kadar güvenilir oda tartışılır.
Bu arada hemşerim beni yanlış anlama ben sana karşı bi şey söylemiyorum,Eline sağlık uğrasmıssın.

jacop162000
10.09.2008, 08:36
Bu kaynak ne kadar güvenilir oda tartışılır.
Bu arada hemşerim beni yanlış anlama ben sana karşı bi şey söylemiyorum,Eline sağlık uğrasmıssın.


tabiki anlıyorum. bende zaten iddaa etmiYorum. çünkü bu sadece bi araştırma sonucu ortaya çıkan alıntı. ne kadar doğru ne kadar yanlış orasını bende bilemem. HEMŞO CANINI SIKMA okuduĞun için teşekkurler.... aslında senın dediğine bende katılıyorum....

fatoş_yvz
10.09.2008, 09:06
emegine sagLık abicim iLginç bı o kadarda güzeL oLmuş :)

jacop162000
10.09.2008, 18:16
emegine sagLık abicim iLginç bı o kadarda güzeL oLmuş :)


thx müdürüm. bu araDa bi aFerin aLDık müdüRümdeN saNdıM :D :D

SAWAS
13.09.2008, 23:31
tabiki anlıyorum. bende zaten iddaa etmiYorum. çünkü bu sadece bi araştırma sonucu ortaya çıkan alıntı. ne kadar doğru ne kadar yanlış orasını bende bilemem. HEMŞO CANINI SIKMA okuduĞun için teşekkurler.... aslında senın dediğine bende katılıyorum....

Aslında benim kızgınlıgım tarihimize ve ceddimize böyle atılan çamurlar.Hele hele Osmanlı Tarihine ve bence en önemli Sultan olan Fatih Sultan Mehmet Han a atılan çamurlardan artık gına geldi.Dayanamıyorum illa karşılığını vermek geliyor içimden...