Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)
Sivas - Sivaslilar.Net - Sivashaber - Sivasforum - Sivasların En Büyük Buluşma Merkezi - Yiğidolar - Tekil Mesaj Gösterimi - Türk-Moğol Kabile Yaşantısı-1
Tekil Mesaj Gösterimi
Alt 25.03.2016, 15:20   #17
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 14:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 627 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Cevap: Türk-Moğol Kabile Yaşantısı-1

Türk –Moğol Göçebelerde Eşitlikçi (Egaliteryen) Dönem: Karanlık Devir

(Türk Kızılbaşlığı’nın“muhalif” karakterinin kökeni?)

Bu yazı bir “ deneme”dir

“Bilgi, güç demek ve belirli bilgilerin toplumda dolaşımı, güç dengelerinin yeniden düzenlemesine zemin hazırlıyor.”

Açıklama:
1. Türk-Moğol Tarihi, Bilim Tarihi ve Uygarlık ile ilgili yazdığım yazılar “derleme” dirler.
2. “Parça” “bütün”den bağımsız değerlendirilemez prensibi gereğince, genel uygarlık süreciyle Türk-Moğolların uygarlık yolundaki yerlerini karşılaştırabilmek ve bugün Türkiye’deki toplumsal statümüz kavramada bir neden-sonuç ilişkisi kurmak için –çok küçük de olsa katkı yapabilmek amacıyla- önce “İnsanlığın Uygarlık Süreci” başlıklı -özet sayılabilecek- bir derleme yaptım ve siteye insert edip –büyük bir emekle- düzenledim (tam 35 dk. ). “Kaydet” butonuna bastığımda otomatik olarak tümü silindi. (Daha önce de, “ Cumhuriyet Dönemi’nde Türkiye’ye Yahudi Göçleri” adlı derlemem aynı şekilde silinmişti.)
3. Bu derlemem silinebilir, çünkü “resmi tarih”ten daha çok Türk, Moğol, Oğuz, Karahan ve Selçuklu dönemlerinde yazılan orijinal eserlerin günümüz Türkçesine çevrilerinden, bu eserleri ve başka kaynakları referans alan Doğan Avcıoğlu, Prof. Dr. Yalçın Küçük, Prof. Dr. İlhan Arsel, Prof. Dr. Fikret Başkaya, Doç. Dr. Erdoğan Aydın, Muzaffer İlhan Erdost gibi yerli materyalist yazarların kitapları ile genelde tüm insanlığın, özel de ise Türk-Moğol tarihi konusunda yazılmış materyalist, hatta Marksist kaynaklardan yararlanıyorum.
4. Bununla birlikte, yazılarımda “yasalara aykırı” ifadeler olabilme endişesiyle de silinmiş olabilirler. Ama, kaynak aldığım tüm kitaplar (çoğu Türk Tarih Kurumu veya TUBİTAK tarafından yayınlanmış) piyasada açıkta satılan yasal kitaplardır.


Uygarlık Sürecinde Türk-Moğollar

İlkel İnsan Toplulukları (Kabileler) ve Toplumsal Sınıflar

Uygarlıkla ilgili kronolojilere bakıldığında, ilk insanların avcılıktan yerleşik yaşama geçmeye (köyler, koloniler oluşturmak) İ.Ö. 10 000 yıllarından sonra, toprağı ekmeye ilk başlamalarının da İ.Ö. 2000’lerden sonra olduğu görülür. Hayvanların evcilleştirilmesi ve çoğaltılması da bu dönemdedir: Köpeğin MÖ. 10 000’de, ineğin ve koyunun MÖ 8000’de evcilleştirildiği öngörülmektedir. İnsanlar ilk kez bu dönemde çanak- çömlek yapmayı, kumaş dokumayı başarırlar. Bu sürecin klasik adı ”cilalı taş devri ”dir. Bu dönem, hala taş çağında yaşanıyor olmasına karşın insanlığın uygarlık yolunda bir sıçrayışıdır. Bu nedenle de uygarlığın bu evresi “neolitik devrim “ olarak adlandırılmıştır. Bu evre, çağdaş Batı uygarlığına uzanan yolun başlangıcı olarak da kabul edilmektedir. Çünkü, Etnografik araştırmalara göre, neolitik devrimin en önemli sonucu “site” oluşumlarının görülmesi, hatta bunun da ötesinde “Devlet”e giden yolu açan göçebelikten yerleşikliğe geçiştir.

Amerikalı sosyolog Lewis H. Morgan (1818–1881) ise, “tarih öncesi dönemi” süreye göre değil, doğa üzerinde insan tarafından erişilmiş bulunan üstünlük ve egemenlik derecesinin göstergesi olan yaşam araçlarının üretiminde gerçekleştirilen gelişmelere (ustalık) göre, “Yabanıllık”, “Barbarlık” ve “Uygarlık”; yabanlılığı ve barbarlığı da kendi içlerinde “aşağı”, “orta” ve “yüksek” olmak üzere üçer evreye ayırmıştır.

İnsan, bu dünyadaki yaşamını sürdürebilmesi için zayıf bedenini birtakım yapma araçlar ve makinelerle korumak zorundadır. (Alfred Adler: İnsan Tabiatını tanıma. s:129. Türkçesi: Dr. Ayda Yörükan. Türkiye İş Bankası Yayınları.) Ancak, bundan daha önemli bir korunma yöntemi, topluluk halinde yaşamaktır.Bu nedenle, ilk insanların bir araya gelmesinin ve birlikte yaşamalarının başlıca nedeni, birlikte daha iyi korunma güdüsüdür: Topluluk halinde yaşama ihtiyacı, insanlar arasındaki bütün ilişkileri ayarlamaktadır. İnsanın topluluk yaşamı bireysel yaşamından önce gelmektedir.
“İnsanın uygarlık tarihinde, temelleri topluluk hayatı içerisinde bulunmayan hiçbir hayat şekline rastlamak mümkün değildir. İnsan toplulukları dışında hiçbir insani varlığa rastlamak da mümkün değildir.” (Alfred Adler: İnsan Tabiatını Tanıma, s: 129. Türkçesi: Dr. Ayda Yörükan).

İnsanlar binlerce yıl sürdürdükleri eşitlikçi avcı-toplayıcı yaşamdan, MÖ. 10 000’lerden itibaren, yerleşik yaşama geçmeye başlamışlardır artık. “Cialı taş Devri” ya da “Neolitik Devrim”olarak adlandırılan bu evre, ön Paleolitik Çağ ( Taş Çağı) insanını araç yönünden çok zenginleştirdi ve varoluş koşullarını alt-üst etti. İnsanlar süreç içerisinde hayvanları evcilleştirdiler, tarımla uğraşmaya başladılar. Böylece, ilk “Site” oluşumları görülmeye başladı ve zamanla bu siteler “devlet”e dönüştü. Yani neolitik dönüşümün belirleyici niteliği, hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte çoğaltılması ve bu sürülerin beslenmesi için tahıl ekimdir. Uygarlık yolundaki bu dönemeç Amerikalı sosyolog Levis Morgan tarafından ” barbarlık aşaması”olarak nitelemiştir; ona göre insanlık “yabanıllık” aşamasından “barbarlık”aşamasına ulaşmıştır. Başka bir söylemle, Binlerce yıl sürecek bu evrede– doğa koşullarının belirleyiciliğinde- hem aynı topluluk içindeki insanlar arasında, hem de ayrı yerlerde yaşayan insan toplulukları arasında giderek farklılıklar ortaya çıkacaktır. Çünkü, bu aşamaya kadar tüm insanlar-ister doğu yarı kürede ( Asya, Afrika, Avrupa) , isterse batı yarı kürede (Amerika kıtası) olsunlar- aynı yaşamı yaşarlar. Ama barbarlık aşamasına geçince iki büyük kıtadaki insanların, her birinin üzerinde bulunan hayvan ve bitki çeşitleri ve bolluğu gibi özel doğal niteliklerinden dolayı, yaşadıkları süreç farklılaşamaya başlar. Doğu yarıkürede, (Asya, Afrika, Avrupa) evcilleştirilmeye yatkın hemen bütün hayvanlar ve ekilebilir her türlü tahıl olmasına karşın, Batı kıtası, Amerika’da ise, evcilleştirilmeye yatkın memeli olarak (o da yalnız Güney Amerika’nın bir kısmında) yalnızca Lama ve ekilebilir tahıllardan da yalnızca biri, mısır vardı. Bu farklı doğa koşulları sonucu bundan böyle, her iki yarı küre halkları, kendilerine özgü bir gidiş izlemişler ve iki gidişten her birinin, özgül aşamaları içindeki belirtileri birbirinden ayrı olmuştur. Amerika kıtasındakiler, Avrupalıların onları ilk gördükleri 16. yüzyılın sonlarında bile eşitlikçi avcı-toplayıcı küçük topluluklar olarak kalırken, Doğu yarıküredekiler, “orta barbarlık” aşamasıyla birlikte özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla zengin-yoksul, efendi-köle toplumsal katmanlarına ayrılırlar. Bu da, o toplumları devlet örgütlenmesine götürür. (Friedrich Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. Çev: Kenan Somer.)

Materyalist teoriye göre, bilinmeyen tarihlerden günümüzden yaklaşık 5000-7000 yıl öncesine, Lewis Morgan’ın kronolojisine göre “barbarlık dönemi”nin ortalarına kadar, insanlar kabileler, aşiretler halinde yaşıyorlardı; onları bir arada üretim faaliyetlerine yönlendiren güç “kandaş bağlar”dı. Böyle bir kabile toplumunun( kandaş toplum) yaşam biçimi eşitlikçi, dayanışmacı ve hoşgörülüdür. Bunun anlamı şudur; henüz özel mülkiyet insan düşüncesinde yoktur, bütün üretim aşiret için ve gereksinim kadar yapılır, aşirette herkes eşittir; yöneten(iktidar) – Yönetilen (teba), zengin-yoksul, efendi-köle, vb toplumsal gruplar (tabakalar: sınıflar) yoktur. Bu topluluk yapısı Marksist literatürde “komün” olarak geçer. Komünist Manifesto’da “ komün” ya da “ilkel komünist toplum”dan sıkça söz edilmektedir. “Komün, Fransa’da, yeni yeni ortaya çıkan kentlerin daha derebeyleriyle efendilerinden yerel özerkliklerini “üçüncü katman” olarak siyasal haklarını koparmadan önce bile aldıkları addı.” (Komünist Manifesto, s: 41). Ancak, Marksist literatürde ”komün” tam olarak zamanlanmayan bir dönemde “var” oldukları “tahmin” edilen “eşitlikçi=kandaş” toplulukları nitelemek için kullanılılmıştır.

Bu arkaik (ilkel) topluluklar bilinmeyen zamanlardan yine bilinmeyen zamana kadar avcı-göçebekandaş kabileler halinde yaşamışlardı. Kandaş birimler sınıflara bölünmemişti; kabilelerin bir kısmı, kendileri çalışmaksızın, diğerlerinin emeğinin bir kısmına sürekli ve düzenli olarak henüz el koymuyordu, kısacası henüz “Devlet” yoktu. Ama, bir zaman geldi (neolitik devrim) bu kabileler artık göçebelikten yerleşik yaşama geçmeye başladılar ve böylece ilk köyler oluştu. Ancak, yine bu topluluklar “eşitlik” içinde yaşarlar.

Herkesin egaliteryen (Siyasal ve sosyal eşitlikle ilgili) olduğu ilkel (arkaik) toplulukları yansıttığı (model olduğu) ileri sürülen -17.yüzyılda bile avcı-toplayı yaşamlarını sürdüren, dolayısıyla bir iktidarın olmadığı- Amerika yerlilerinin kabilelerinde herkesin eşit olduğu iddia edilmiştir:
“İlkel toplum doğası gereği eşitlik üzerine kuruludur. Her insan kendisinin ve eylemlerinin efendisidir; bu eylemler sonucu ortaya çıkacak ürünlerin dolaşımı üzerinde egemendir; yalnızca kendileri için harekete geçer, dolaşım yasasının insanı ürününe yabancılaştıran yanlandıran etkilenmezler.”(Pierre Claster: Devlete Karşı Toplum. Çev: Nedim Demirtaş, s: 154.).

Türk tarih yazıcılığında da tarihe Doğan Avcıoğlu gibi Materyalist, hatta Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi Marksist açıdan bakanlar eski Türk toplulukları için benzer nitelemelerde bulunurlar. Türk göçebe topluluklarının kandaş ve eşit kabilelerden oluştuğunu, “sosyal sınıfları bulunmayan” bu kabilelerin savaş ve barış zamanlarında kendilerine bir lider (önder) seçtiklerini fakat “demokrasi” ile yönetildiklerini ileri sürmüşlerdir.

“Ancak bu önderler yüz binlerce yıldan beri üretim sürecinin denetimini adım adım ele geçiren bir zümrenin, buna paralel olarak otoriteyi de kendi elinde toplamaya yöneliminden kaynaklanmıyordu. Otorite tüm kabilenin otoritesiydi. Özetle, “devlet” henüz olmadığından, devletin vazgeçilmez unsurlarından ordu (yasal şiddet tekeli) ve bürokrasi yoktu” .( Ed: Sina Akşin: Türkiye Tarihi, H. Berktay, s-34).

Savaş, barış, göç yabancıların kandaşlığa kabulü veya öldürülmesi gibi önemli kararların alınmasına herkes katılmaktaydı.

“Kısacası, toplum vardı, insanlar vardı, onların üretim faaliyeti ve bunun etrafında bir örgütlenmeleri vardı, belli bir ekonomi vardı, fakat irsi devamlılıklarla örülen bir hakim sınıfın istikrarlı iktidar ve şiddet tekeli olarak devlet de, artık sınıflara ayrılmış bir toplumu kandaş demokrasiyle değil, bu devlet aracılığıyla yönetme sanatı olarak siyaset de tanınmıyordu” Halil Berktay, Agy: 44-45)

Marksist Hikmet Kıvılcımlı ise, Türk topluluklarının “sosyal sınıfları bulunmayan” ve bu nedenle de toplumsal kurallarının “kandaşlık” gelenek-göreneklerine göre belirlendiği –tarihsiz, dolayısıyla karanlık- evresini “İlkel sosyalizm çağı” olarak adlandırmıştır:

“Barbar, ilkel de kalsa, 'sosyalist bir kamu düzeni'nin çocuğu idi. Eşitsizlik bilmiyordu. O yüzden yalanı ve korkuyu kendi içine sokmayan alabildiğine ülkücü yiğitti. Böyle yüce karakterli kişilerden derleşik olan barbar topluluğu, ne denli az kalabalık olurlarsa olsun, var olan bütün üyeleriyle bir tek vücut gibi düşünüp davranıyordu” (Hikmet Kıvılcımlı’dan aktaran: Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi.)

Türk-Moğol Kabilelerinde Toplumsal Gruplar: Sınıflar

Eski Türkler ile ilgili gerek kendilerinin yazdığı/yazdırdığı eserlerde ve gerekse onları izleyen Çin, İran, Ermeni, Rus, Arap, vb yazarların, seyyahların, rahiplerin yazdıklarından Türk göçebe kabilelerinde “yöneten-yönetilen”, “zengin-yoksul,” “efendi-köle” oluştuğu ve çeşitli devirlerde, yaptırım gücü az yada çok, bir “iktidar”ın kabilelerden (boylardan) oluşan toplumu (budun) yönettiği çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Eski Türklerin Orta ve Doğu Asya’daki yaşamları hakkında en eski ve en güvenilir kaynaklar olarak kabul edilen Çin kaynaklarında, Türklerden ilk olarak İ.Ö. 800 yıllarında söz edildiği kaydedilmiştir. İ.Ö. 8. ve 3. yüzyıllar döneminde Çin’in kuzey bölgelerinde Türk boyları Moğol, Tunguz, vb öteki boylarla birlikte yaşarlar. Türk göçebe topluluklarından ilk izlenebilenler Asya Hunları’dır. Hun adı İ.Ö. 318 yılında Çin kaynaklarında “Kuzey barbarları hanedanı” anlamına Hsiung-nu (Hiung-nu) olarak geçer, çünkü bu tarihlerde Hunların Çin topraklarına kuzeyden baskıları artar. “HUN” adının “Hiung-nu”dan türediği iddia edilir.Ancak, Çinliler İ.S. 3. yüzyıldan itibaren bu boylara farklıadlar vermişlerdir, bu nedenle de boyların sürekliliğini, toplumsal ve siyasal yapılarını izlemek olanağı kalmamıştır.

Ansiklopedilerde ilk Türk göçebe devleti olarak kabul edilen Asya Hun Devleti’nin bozkır aristokratlarından (savaşçı soyluluk) Teoman tarafından İ.Ö. 220’de kurulduğu yazılıdır. Teoman’ın oğlu Mete (Mo-Tun), İ. Ö. 209’da babasını öldürerek onun yerine geçer. Demek ki, İ.Ö. 3. yüzyılda Hun toplumunda “yöneten ve “ yönetilenler “ vardır; bu, yaptırım gücü az yada çokbir“iktidar”ın olduğunu göstermektedir. Egemen’in (bey, şef, imparator, kral,vb) ölümünden sonra yerine oğlunun geçmesi , iktidarın bir hanedanın (sülalenin) tekelinde olduğunu gösterir. Aynı durum, Asya Hunları’nın devamı niteliğinde görülen ve Asya Hunları’ndan yaklaşık beş yüz yıl sonra Avrupa kıtasında ortaya çıkan Avrupa Hunları’nda da görülür.

Atilla İ.S. 395 yıllarında Tuna nehri boylarında bir arabanın içinde doğdu. Hükümdar Muncuk’un oğluydu ve atalarını 35 kuşak geriye kadar izleyebiliyordu. Ailesi, kan bağlarını ve farklı Moğol özelliklerini koruyabilmiş bir aileydi. (Wess Roberts: Hun İmparatorluğu. Attila’nın Liderlik Sırları. Çeviren Yakut Eren, s: 20. Rota Yayıncılık, İstanbul.)

Asya Hunlarının dağılmasından 500 yıl sonra, boy kalıntılarından daha Batı’ya gidenler Avrupa Hun göçebe konfederasyonunu oluştururken, Asya‘da kalan boy kalıntılarından -Avrupa Hunları ile hemen hemen eş zamanlı olarak - “Göktürk” göçebe konfederasyonu kurulur. Asya Hun Devleti’nin dağılmasından sonra, Çin’in kuzey bölgelerinden Altay’lara göçmek zorunda kalan bu parçalanmış ve dağılmış Hun boy kalıntıları, bazı Töles oymakları, “Juan-Juan” ve “To-ba” kalıntıları “Aşına Soyu”nun egemenliğinde, “Türk Budun”u meydana getirir. Çin kaynaklarına göre,” İ.S. 522’ de Bumin’in liderliğinde önceki efendileri olan Juan-Juan’ları yenerler ve Bumin, “Kağan” ilan edilir, böylece “Göktürk “ devleti tarih sahnesine çıkar. Hunlarda kullanılan “Tanhu” unvanı yerine Göktürk göçebe imparatorluğunda “Kağan” unvanı kullanılır.( Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, 1. Kitap, s: 589.)

Hunlar’daki iktidar yapısını, yani siyasal erkin belli ailelerin tekelinde olmasını, onların ardılları olarak görülen Göktürkler, Oğuzlar ve Hazarlar’da da görürüz. Göktürk göçebe konfederasyonun aşina soyundan Bumin Kağan kurar, onun ölümünden sonra iktidar oğullara veya yeğenlere geçer.

“Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk budunun ilini töresini tutuvermiş, düzenleyi vermiş. ....kendimi o Tanrı kağan oturttu tabii…Varlıklı, zengin millet üzerine oturmadım. İçte aşsız, dışta elbisesiz; düşkün, perişan milletin üzerine oturdum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk. Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım.” (Muharrem Ergin: Orhun Abideleri, s:19)

İslamlaşmış Göktürkler diyebileceğimiz Oğuzlar’da da siyasal hiyerarşi çok belirgindir. Dede Korkut Destanı’nda yerleşik Müslüman Oğuzların yaşantıları hakkında fikir edinebiliyoruz. En tepedeki egemen Bayındır Han’dır, o’nun altında Salur Kazan vardır. Salur Kazan, Bayındır Han’ın damadıdır. Yönetimde Salur Kazan’ın ağırlığı vardır ancak Bayındır Han’a karşı sorumludur. Savaşları iç Oğuz ve Dış Oğuz beyleri ile Salur Kazan yönetir. Salur Kazan’ın en yakında bulunanlar, fikir-alış verişi yaptıkları oğlu Uruz,kardeşi Kara Göne, Dayısı Aruz Koca, Damadı ve Kardeşinin oğlu Kara Budak. Kendisine kişisel bağılı olanlar ise, Deli Dündar, Beyrek, Yiğenek, Büğdüz Emen, Alp Eren gibi savaşçılardır. Bu savaşçıların tıpkı Cengiz Han’ın nökerleri (savaş yoldaşları) gibi bir statüde oldukları anlaşılıyor. Nitekim, bu nökerlerin –kağan’ın veya han’ın köleleri olmakla birlikte- özerk beyler olduğu, kendilerine bağlı savaşçıları oldukları da yine destandan anlaşılmaktadır.

O halde,Asya Hunları’ndaki hiyerarşi yaklaşık bin yıl değişmeden Türk göçebelerin siyasal yapısı olarak varlığını sürdürmüştür. Bu aristokrat kesimin, halk yığınından kendilerini her bakımdan farklı gördükleri de, gerek göçebe konfederasyon olan Göktürklerin yaşamı hakkında çok önemli bilgiler veren Orhun yazıtlarında, gerek İlk Türk İslam devleti olan Karahanlılar zamanında yazılan Kutagu Bilig’de ve gerekse de Karahanlılar ile aynı dönemdeki Oğuzların yaşantısını destansı hava içinde aktaran Dede Korkut hikayelerinde çok açık bir şekilde görülür.

Türkler ve Moğollar ile ilgili destanların çok yakın zamanda (Yunanlıların ilk destanları İ.Ö. 900’de, Türklerin ilk destanı Orhun’da İ.S730’larda: arada 1600 yıl fark var) yazıya geçirilmekle birlikte, bu destanlarda ilk çekirdeğin, yani yazılı destanlara kaynak oluşturan sözlü rivayetlerin hangi devrede ortaya çıktığını kesin olarak belirlemek çok zor, hatta olanaksız. Fakat, bu eserlerin betimlemeye çalıştıkları göçebe sosyal yaşantısının Asya Hun Devleti’nin kurulduğu İ.Ö. 3.yüzyılın çok öncelerinden Türk göçebelerin kitleler halinde İslamlaştırıldıkları (teslim alındıkları) ve Selçuklu savaşçı soyluluğunun önderliğinde İran’da ilk merkezi Türk İslam devletinin kurulduğu 11.yüzyıla kadar olan döneme ait olduğunu öngörmek olasıdır. Bu destanlarda bir çok ifade bey, efendi, kağan, kara budun, avam halk, unaganboğol(köle),zengin, fakir karşıtlıkları çok açık şeklide görülür. Örneğin, Orhun yazıtlarında,

“Varlıklı, zengin millet üzerine oturmadım. İçte aşsız (yiyeceği olmayan), dışta donsuz (elbisesiz: çıplak); düşkün, perişan millet üzerine oturdum (kağan oldum). /…/ Ben kendim kağan oturduğumda ( olduğumda) her yere gitmiş olan millet yaya olarak, çıplak olarak, öle yite (yolda ölümü göze alarak) geri geldi. Türk budun aç idi. O at sürüsünü alıp besledim...Ben küçük kardeşimle beraber böyle başa geçip kazanmasam Türk budun ölecekti, yok olacaktı... kağanını orada öldürdük, ilini (budun) aldık, Türgiş avam (adi) halkı hep tabi oldu.” (Muharrem Ergin: Orhun Abideleri)

Orhun yazıtlarında hemen her satırda Türk budun’un aç, perişan, dağınık olduğu belirtilir. Peki, Türk Budun niçin bu durumlara düşmüştür? Bu sorunun yanıtını yine aynı yazıtlarda buluruz. Türk budun, yani Türk halk kitlesi (kara budun) böyle aç-perişan iken, Asya Hun aristokrat sınıfı, bu kitlenin emeği, canı, kanı pahasına kazandıklarını Çin’den lüks mallar alamaya harcar. Onların refahı yüksektir. Çin lüks tüketimine ve yaşam biçimine alışan beyler, soyluluk ayrıcalıklarını korumak koşuluyla, Çin hizmetine girerler. Türk adlarını bırakıp Çin adları alırlar. Orhun yazıtlarında bu durum şöyle anlatılır:

Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin budununa beylik erkek evladını kul kıldı, hanımlık kız evladını cariye kıldı. Türk beyler Türk adını bıraktı. Çinli beyler Çin adını tutarak, Çin kağanına itaat etmiş. Elli yıl işi gücüvermiş. Çin kağanına ilini, töresini alı vermiş. Türk halk kitlesi şöyle demiş: illi millet idim, ilim şimdi hani, kime ili kazanıyorum der imiş.Kağanlı budun idim, kağanım hani, ne kağana işi, gücü veriyorum der imiş. Öyle deyip Çin kağanına düşman olmuş.”( Muharrem ergin: Orhun Abideleri: s: 35-36.)

Göktürklerin ardılları olduğu kabul edilen Oğuzlarda bey (iktidar) -budun (halk)karşıtlığının, yani siyasal farklılığın yanında zengin-yoksul uçurumu da vardır. Örneğin, Dede Korkut Destanı’ndaki hikayelerin birinde Kaza Bey’in 10 000 ( on bin) koyunu olduğu söylenir: “Yiğitler ejderhası” Karacık Çoban ( Göktürkler’deki avam halkın ya da diğer adıyla “Kara Budun”un temsilcisi), Kazan Bey (Boy Beyi)’in 10 bin koyununu kafirin yağmasından kurtarır.”Muharrem Ergin: Dede Korkut Kitabı: s:30-32. (BU kafirler İslam’a direnen Türkler mi?) Bu sayı abartılmış olsa bile, “Arap gezgin İbnFadlan’ın göçebe Türk kabileleri arasındaki seyahatlerinde, “Oğuzlardan on bin baş hayvana, yüz bin baş koyuna sahip kimseler gördüm,”demesi Oğuzlar içinde büyük servet farklıklarının ortaya çıktığını gösterir.(Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, 3. kitap, s:1389.Başka bir İslam yazarı Mesudi, ‘Oğuzların yüksek, orta ve aşağı olmak üzere üç sınıftan oluştuklarını yazar”.(Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, 3. kitap,s:1389) Nitekim, Oğuzlar’daki sınıfsal farklılığın başka bir ifadesi Dede Korkut destanında şöyle ifade edilir:“

“...aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi kımız sağdır.”( Muharrem Ergin: Dede Korkut Kitabı: s:11.)

Demek ki, Türk ve Moğol topluluklarının izlenebilen tarihlerinde onlar eşitlikçi toplumlar değil,kan bağıyla bağlı akraba kabile üyeleri arasında –özellikle alt katmanda- geniş bir dayanışma hala yürürlükte olsa da, tarihlerinin bilinmeyen bir döneminde hayvan sürüsü temelinde servet farklılıkları ortaya çıktığı, bunun sonucu olarak kan bağlarının eski gücünü yitirdiği; aynı soydan inen insanların bir kısmının binlerle ifade edilen hayvan sürüleri varken, bazıları aç ve çıplak olduğu anlaşılmaktadır. Doğal olarak, bu farklıklar toplumsal bunalımlar ve sert sınıf çatışmalarının nedenleridir. Yani devlet aygıtı doğmaya başlamıştır. Çünkü, sınıflara ayrılmış toplumsal yapı doğası gereği “Devlet aygıtı”nı hemen devreye sokar. Bunun Türk göçebelerdeki en ilkel biçimi “ Boy Beyliği”dir.

Kısacası, Türkler de dahil Asya göçebe toplumlarının sınıfsız, yani hereksin eşit olduğu yaşantıları kesin bir şekilde bilinemiyor.Fakat, önceki derlemelerimde de değindiğim gibi, Türklerle etnik, kültür ve yaşam tarzı bakımından çok benzeyen Moğollar hakkında hem kendi orijinal eserleri, hem de onları izleyen/inceleyen Çinli, İranlı, Arap, Ermeni yazarlar ile Avrupalı seyyahlar (gezginler) tarafından çok açık bir şekilde betimlendiğinden söz etmiş ve bunlardan bazılarının adlarını vermiştim.

“Moğol istilası, Moğollar’ın zapt ve tahrip ettikleri bütün memleketlerin tarihçileri tarafından işlenmiştir. Bu konuda daha ziyade İran ve Çin kaynaklarına, bazı nadir ahvalde de Ermeni kaynaklarına müracaat etmek zorundayız”. (B. Y. Vladimirtsov, Moğolların İçtimai Teşkilatı, s:185).

Rönesans başlangıcında (1206) kurulan Büyük Moğol İmparatorluğu göçebe kabilelerden oluşan bir toplumdu. Bu, uygarlık yolunda çakılı kalmanın sonucudur. İşte bu göçebe Moğol kabilelerinin sosyolojik yapıları coğrafyada ve aynı yaşamı sürdüren diğer topluluklar için bir model oluşturduğunu konunun otorleri tarafından ileri sürüldüğünü vurgulamıştım. Ve genelde, Eski Türk ve Moğol tarihleri birlikte incelenir.

“Türk ve Moğol boylarının tarihi haklarındaki ilk genel eskiz denemesi, bilindiği gibi 1756-1758’de yapılmıştı. Bu yazar, Çin kaynaklarından sadece birkaç deneme eser ile yetinmek zorunda kaldığı için bu müellifin eseri Orta Asya’nın batısından çok doğusu kesiminin tarihi bakımından daha büyük öneme sahiptir... Moğol tarihi ile ilgili İslam kaynaklarını ayrıntılı olarak ilk defa Baron d’Ohson tarafından incelenmiştir. HistoriesdesMongols adı ile ilk kez 1824’deyayınlanmıştır...Türk ve Moğol toplumlarının tarihinin genel bir araştırması üzerinde yeni bir teşebbüs L.Cahun tarafından yapılmıştır. Türkistan tarihinin kısa bir eskiziz 1899’daB.D.Ross tarafından yapılmıştır.” (V.V. Barthold: Moğol İstilasına kadar Türksitan, s :61,62. Türkçesi: Hakkı Dursun Yıldız. Türk Tarih Kurumu Yayını. Ankara.)

En iyi incelenmiş olan Moğol göçebe kabilelerinde de kabile beyliği, unaganboğol (teba, halk), zengin-yoksul, vb gruplar vardır. Yüksek Sovyet Akademisi üyesi BorisYakovleviçVladimirtsov, 11. ve 12. yüzyıllardaki Moğol kabile yaşantısının eskisinden farklı olduğunu ileri sürerek önceki ilkel yaşam konusunda net bilgimiz yok diyor:

XI –XII. yüzyıl Moğol kabile toplumu eski pirmitiv (ilkel) kabile yaşamından oldukça uzaklaşmıştı. Moğol aşiretlerine dahil kabileler inhiale(dağılmaya, çözülmeye) yüz tutmuşlardı. Bu gelişme devirleri hakkında açık ve kesin kaynaklar yoktur.”/…/ pek eski zamanlarda, ancak menkıbelerde söylenen asırlarda, Moğol kabilesi “ büyüğü ve küçüğü , iyisi ve fenası , başı ve ayağı bulunmayan, hepsi de müsavi (eşit) olan ve yalnız akraba urux (boy)’lardan teşekkül etmiş olabilir.” (B.Y. Vladimirtsov: Moğolların İçtima Teşkilatı, s:99, 108. Türkçesi: prof. Dr. Abdulkadir İnan. Türk Tarih Kurumu Yayını ).

Bununla birlikte, “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eserde şöyle bir hikaye anlatılır:
“Anaları Alan-hoa ( Dobun-Mergan)’nın ölümünden sonra, Cengiz Han’ın kabilesi Borjigin soyunun ceddi Bodoncar’a diğer dört kardeşi, akılsız ve zayıf” diyerek babalarının malından pay vermezler. Bunun üzerine Bodoncar kabilesini terk ederek Onan nehri boyunca akıntı istikametinde giderken, göç halindeki başka bir Moğol kabilesine rastlar.Kabile halkı Bodoncar’a iyi davranır, ona yiyecek veriler, birlikte kımız içerler. Bondancar’ın ağbeyi Buhu-hatagi, Bodoncar’ı aramaya çıkar ve o kabilenin içinde bulur. “Bodoncar, büyük kardeşi Buhu-hatagi'nin peşinden at üzerinde koşarken: ‘Kardeşim, kardeşim! Vücudun bir başı, elbisenin de yakası olması iyidir !’dedi. Kardeşi Buhu-hatagi bu sözden hiçbir mana çıkaramadı. Bundan sonra yine aynı sözü söyledi ise de büyük kardeşi yine anlamadı ve hiçbir cevap ta vermedi. Bodoncar yol üzerinde sözlerini bir daha tekrarladı. Bunun üzerine büyük kardeşi: ‘Deminden beri söylenip durduğun nedir ? dedi. Bodoncar: ‘Bu anda Tunggelik nehri civarında bulunan halk içerisinde herkes musavi (eşit) olup, orada büyükle küçük, fena ile iyi ve başla ayak arasında fark gözetilmiyor. Bu kabile kolay ele geçer. Şunları basıp yağma edelim!’ dedi. Buna karşı büyük kardeşi: ‘Peki, öyle ise eve dönelim de büyük ve küçük kardeşlerimizle müzakere edip kabileyi basalım’ dedi. Eve geldikten sonra bütün kardeşler bir arada konuşarak atlarına bindiler, Bodoncar'ı da öncü olarak gönderdiler. Beş kardeş birlikte bu halkı yağma ettikten sonra, at sürüsüne, yiyecek, hizmetçi ve ikametgâha sahip oldular.”(Moğolların Gizli Tarihi, s:9-11. Çeviren Prof. Dr. AqhmetTemir. Türk Tarih Kurumu Yaınları, 1995. )

Toprağın ortak kullanımı

Materyalist teoride, Türkler de dahil Asya göçebelerinde özel mülkiyetin “orta barbarlık aşaması”nda ortaya çıktığı fakat toprağın ortak kullanıldığı ileri sürülmüştür. Engels, “Devletin, Ailenin ve Özel Mülkiyetin Kökeni” adılı eserinde, Asya barbarlarının, ki onların içinde Türk’lerin ataları da vardır, barbarlığın orta aşamasına kadar eşitlikçi, o aşamada ise sürü temelinde özel mülkiyete geçtiğini, tarımsal üretimin barbarlığın orta aşamasında ve önce hayvanların beslenmesi için yapıldığını, sonra da insan besini olarak kullanıldığını öngörmüştür

Asya barbarlarında tarımsal üretimin başlangıcı olan bahçıvanlık barbarlığın orta aşamasında ortaya çıktı. Yüksek Turan yaylalarının iklimi, uzun ve sert kış, saman ve ot yedekliği olmaksızın, çoban yaşamına izin vermez, demek ki buralarda çayırların düzenlenmesi ve tahıl ekimi zorunlu durumdaydı. Karadeniz’in kuzeyindeki stepler için de durum aynıydı. Ama, davar için üretilen tahıl, kısa zamanda insan için bir besin haline geldi“(Engels: Agy, s: 188.)

Ancak, buradaki özel mülkiyetin tarım toplumundaki özel mülkiyetten çok farklı olduğu görülmektedir. Tarım toplumunda toprak özel mülkiyet iken, göçebe toplumlarda, o yaşamın kaçınılamaz gereği olarak, toprak ortaklaşa kullanılır, yani kabilenin tüm üyelerine aittir. Gerçekten de, orijinal bir çok kaynakta Türk ve Moğol göçebe kabilelerinde otlaklar (mera-yaylalar) ortak, her türlü mülk, hayvanlar, çadırlar, kapalı arabalar, basit üretim araçlarının ise, kabile üyesi olan şahsın kişisel mülkü olduğu belirtilir.(BorisYakovleviçVladimirtsov: Moğolların içtimai Teşkilatı. Çev: Abdulkadir İnan, s: 88-89.. Türk Tarih Kurumu Yayınları)

Karl Marx(1818- 1883) ise, göçebelerin tarımla uğraştığından söz etmez, toprağın “ortak otlak” olarak kullanıldığını ileri sürmüştür:
“Göçebe çoban boylar arasında —ve bütün çoban boylar ilkin göçebeydiler— toprak, doğanın öteki koşulları gibi, ilkel sınırsızlığı içinde görülmektedir. Örneğin,Asya bozkırlarında ve Asya yüksek yaylalarında olduğu gibi toprak, sürülerin otlağıdır ve sürüler bütün çoban toplulukların geçim kaynağıdır... Burada mülk edinilen ve yeniden üretilen toprak değil sürüdür, toprak her konaklanıldığında ortaklaşa kullanılır."(Kapitalizm Öncesi Ekonomi Şekilleri, s, 96, Akt. D.Avcıolu: Türklerin Tarihi , s :238.)

Tüm insanlık tarihinde avcı topluluklar, giderek hayvancılığa geçerler. Fakat çoban topluluklarda dahi avcılık yine önemli bir uğraş olarak kalır. Çobanlıkla birlikte, zamanla sürülerin özel mülkiyetine geçilir. Otlaklar ortaktır, fakat hayvanlar boy ve obaların değil, büyük ailelerin mülkü olur. Akraba aileler arasında zengin -fakir aileler belirmeye başlar. Ama ilkel ekonomik koşullar, salgın hayvan hastalıkları, kışın görülen ot sıkıntısı ve soğuklar, büyük servet farklılaşmalarını engeller. Bu aşamada da boylar, genellikle kendi boy ve oba başkanlarının liderliğinde hayli bağımsız olarak yaşarlar. Örneğin Çin kaynakları, Göktürklerin kuzeyinde yaşayan benekli atlara sahip Türk boyları için şöyle yazar: “Toplulukların her birinin küçük şefleri var. Fakat şeflerin hiç biri ötekine tabi olmaz.” Bir kısmı Uygurların ataları olan Töles boyları için şu bilgi verilir: Her ne kadar boy ve ailelerin adıyla anılsa da hepsine birdenTöles denir. Ortak şefleri yoktur. Gruplara ayrılmışlardır. Bu ufak akraba toplulukları arasında toplumsal dayanışma egemendir. (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi)
Kölelik

Türk ve Moğol göçebelerinde de köleliğin olduğu ancak tarım toplumundaki köleden daha çok Güney Amerika yerlilerindeki köle statüsünde olduğu anlaşılmaktadır. Barbarlığın orta aşamasında “üretim aracı” olarak ortaya çıkan “kölelik”, hayvancılığın yanı sıra tarım üretimi de yapan yerleşik toplumlar ( Mezopotamya, Ganj Nil kıyıları, vb yerlerde yaşayanlar) ile sadece hayvancılıkla uğraşan göçebe toplumlarda (Amerika yerlileri, Türk, Moğol,vb) farklı seyretmiştir. İlkinde efendi-köle toplumsal karşıtlığı oluştururken, ikincisinde köle, bağımlı kılındığı “boy”un üyesi sayılır. Unaganbogolların tarım toplumlarındaki kölelerden farklı bir durumları vardır Bu boylar, egemen boyun içinde kendi kabile yaşamını sürüdürler, mülklerini (çadır ve hayvanlarını) ellerinde bulundururlar. Yani, kendilerine ait hayvan sürüleri vardır. Emeklerinin hepsi efendi boya gitmez ve kişisel özgürlüklerini kabile yaşantısının izin verdiği ölçüde kullanırlar. Yine tarım toplumlarının kölelerinden farklı olarak, zamanla iki boy arasın ilişkiler doğallaşır, akraba ve dost iki boy ilişkisine dönüşür. Birbirlerinden kız alıp, kız verirler.

“...Nihayet, sahip olan kabileler kendi unagan-boğol’larıyla(köleleriyle) akrabalık tesis ederler, onlardan kız alırlar ve onlara kız verilerdi; bu keyfiyet ise unagan –boğol’ların iktisadi durumlarının iyi olduğunu, dolayısıyla teyit eder (doğrular).” (BorisYakovleviçVladimirtsov: Agy,s: 105.)

Zaten,göçebe boylar arasında kültür ayrılıklarının olmayışı, göçebe yaşamın sadeliği, efendi-köle farklılaşmasını perdeler. Nitekim bir Ermeni yazar, “Efendilere ve uşaklara aynı yemeği veriyorlar,” diye şaşkınlığını belirtir. Fakat, bu görünüş, bir boyun öteki boyu çobanlık ve av sürücülüğü yaptırma yoluyla sömürdüğü gerçeğini değiştirmez.

“.. hangi biçimi alırsa alsın, toplumun bir bölümünün bir başka bölümünü sömürmesi geçmiş yüzyılların hepsinde ortak bir olgudur. Bundan ötürü bütün yüzyılların toplumsal bilincinin, tüm çeşitliliğine, başkalığına karşın belirli ortak biçimler altında, ancak sınıf karşıtlığının büsbütün ortada kalkmasıyla tam olarak çözülebilecek bilinç biçimleri içinde sürüp gitmesinde şaşılacak bir yan yok.” (s: 105)

Ayrıca, bağımlı boyun unagan-bogolluk’tan çıkması her zaman olanaklı değilse de , bazen izni verildiği görülür. Bazen de silah zoruyla bu gerçekleştirilir. Örneğin Göktürkler’in kurucusu olan soy, Juan-Juan'larınunagan-bogoludur. Altaylar’da demircilik yapmaktadır. Ama sonra ayaklanıp Juan-juan’lara boyun eğdirir.( D. Avcıoğlu: Türklerin Tarihi,s: 249).Unaganbogolluk dışında, kardeş (urug ) boylar arasında da tam bir eşitlik yoktur. Boyların bazıları daha zengin, daha nüfuzlu(etkin) ve daha güçlüdür; bazıları zayıf, fakir ve önemsizdirler.

Moğolların göçebe yaşamını inceleyen kaynaklarda bu cümlelere bir çok yerde rastlanır. Bunlardan anlaşılan göçebe toplumdaki kölenin (UnaganBoğol: Kadim Boğol: Ezeli köle) statüsü tarım toplumunun kölesinin durumundan çok farklıdır. Cengiz’den önce de , Cengiz’ den sonra da durum aynıdır.

“ Cengiz Han devrindeUnağanboğol “köleler” değil de, “derebey”e tamamıyla bağlı vassalar” idi ve pek kolayca yüksek mevkilere (mesela binlik noyanları gibi) çıkabilirlerdi.” (VassiliyViladimiroviçBarthold : Moğol İstilasına Kadar Türkistan, s:148. Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız. Türk Tarih Kurumu Yayınları.)
Göçebe Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han’ın nökerleri (en güvendiği silah arkadaşları; ordu komutanları) Cebe, Celme, Sübütay ve Mihali aslında onun köleleridir.

Göçebe Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han’ın nökerleri (en güvendiği silah arkadaşları) Cebe, Celme, Bourcu, Mühali, Sübütay , Hubilai, Borohul, Cila'un, Huyildar ve diğerleri aslında onun köleleridir, hatta kendi sözleriyle, köpekleri olmakla birlikte bozkır aristokrat sınıfına mensupturlar ve kara halkın efendileridir. Bunların , öldürmek de dahil, birçok eylemleri cezadan muaftır. Cengiz, Han ilan edildiğinde bu nökerlerin hepsine çeşitli tümen komutanlığı, ordu komutanlığı gibi çıkarlar dağıtır. . Aşçısı Onggur’a da eski kabilesinin başına geçerek onları yönetmesi işini vermiştir(Günümüz Türkiye’sinde iktidar olanların katiplerini bakan, şoförlerini milletvekili yapması; yani, eski söylemle “kara budun”a , Osmanlı söylemiyle “ etrak-ı bi-idrak”a “efendi” yapması)

“Sonra Çinggis-hahanasçiOnggur'a hitaben şunları soyledi: ‘Mung'g'etu-kiyan'ın oğlu Onggur, sen üç Tohura’ut, beş tarhut , Bişi’ut ve Baya'ud'larla birlikte bizimle aynı gureyen’den idin . Onggur sen:

Sisli havada
Yol şaşırmadın,
Kavgalı anda
Hiç ayrılmadın.
Yağmur altında
Beraber ıslandık,
Soğuk altında
Beraber donduk,
Şimdi ne arzu ediyorsun?,,.

Ong'gur: ‘Benim arzuma bırakıyorsan: baya’ut kardeşlerim her tarafa dağılmıştır, onları tekrar bir araya toplamama müsaade et?,, diye cevap verince, Çinggis-hahan: ‘Peki, öyle ise sen Baya'ut'lan bir araya getirerek onlardan bir Binlik (teşkil et ve kendin Binbaşı olarak) onları idare et!’, diye emir verdi.” ( Moğolların Gizli Tarihi, s:143. Türkçesi: Prof. Dr. Ahmet Temir. Türk Tarih Kurumu Yayını )

Yine tarım toplumlarının kölelerinden farklı olarak, zamanla iki boy arası ilişkiler doğallaşır, akraba ve dost iki boy ilişkisine dönüşür. Birbirlerinden kız alıp, kız verirler.

“...Nihayet, sahip olan kabileler kendi unagan-boğol’larıyla (köleleriyle) akrabalık tesis ederler, onlardan kız alırlar ve onlara kız verilerdi; bu keyfiyet ise unagan –boğol’ların iktisadi durumlarının iyi olduğunu, dolayısıyla teyit eder (doğrular).” (VassiliyViladimiroviçBarthold : Moğol İstilasına Kadar Türkistan, s:105. Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız. Türk Tarih Kurumu Yayınları.).
Bunlardan anlaşılan göçebe toplumdaki kölenin (UnaganBoğol: kadim boğol: ezeli köle) statüsü tarım toplumunun kölesinin durumundan çok farklıdır. Cengiz Han’dan önce de, sonra da durum aynıdır.

“Cengiz Han devrinde Unaganbogol köleler değil de, derebeye tamamıyla bağlı vassalar” idi ve pek kolayca yüksek mevkilere (mesela binlik noyanları gibi) çıkabilirlerdi.” (V.V. Barthold: Agy,s: 148).

Göçebe Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han’ın nökerleri (en güvendiği silah arkadaşları) Cebe, Celme, Bourcu, Mühali, Sübütay , Hubilai, Borohul, Cila'un ve Huyildaraslında onun köleleridir, hatta kendi sözleriyle, köpekleridir:




Ey Hubilai, Celme, Cebe ve Subegetai ! Ben sizleri: 'Bunlar
benim dört köpeğimdir !'
diyerek düşmana karşı gönderdiğimde,
İlerle! dediğim zaman,
Taşları kırdınız,
Saldır! dediğim zaman,
Kayaları parçaladınız,
Parlak taşları kırarak,
Derin suları geçtiniz!

“'Dört köpek' diye adlandırdığım Hubilai, Celme, Cebe ve Sube'etai'yi emredilen yere gönderip, 'dört bahadır' tesmiye ettiğim Bo'orcu, Muhali, Borohul ve Cila'un -ba'atur'u yanımda, Curçedai ile Huyildar'ıUru'ud ve Manghud'larla önümde bulundurarak savaşa başladığımız günlerde: 'Herkes müsterih olsun!' diyordum.”(Moğolların Gizli Tarihi, s:141 ve Moğolların İçtimai Teşkilatı).
Özetle, gerek eski Türklerin ve gerekse Eski Moğol topluluklarının sınıfsız, yani iktidarın, zengin-yoksul, efendi-köle zıtlıklarının olmadığı, başka bir söylemle herkesin “eşit “ olduğu bir dönemi olup olmadığı kesin olarak söylenemez. Çünkü bu topluluklar en erken İ.Ö. 3. Yüzyıldan itibaren Çinliler ve başka ülkelere mensup yazarlar tarafından kayda geçirilmeye başlanmışlardır. Oysa, genel insanlık tarihinde inan topluluklarının sınıfız oldukları zaman en az İ.Ö. on bin yıl öncesi olarak teorize edilmiştir.

İzlenebilen Tük ve Moğol toplumları toplumsal tabakalara ayrılmış olmalarına ve hanedanlar tarafından yönetilmelerine karşın, bazı materyalist araştırmacılar –onların sınıflı toplum olduklarını kabul edilmekle birlikte, yerleşik (tarım) toplumlarındaki kesin sınıflaşmadan ayrı tutulmuşlardır. Bu araştırıların genel değerlendirmelerini şöyle özetleyebilirim: Türk’ler Asya steplerinde çok uzun bir süre, yaklaşık iki bin yıl göçebe kandaş kabileler halinde yaşamışlardır. Kandaş birimler sınıflara bölünmemişti; kabillerin bir kısmı, kendileri çalışmaksızın, diğerlerinin emeğinin bir kısmına sürekli ve düzenli olarak henüz el koymuyordu, kısacası henüz “Devlet” yoktu.Her kabile toplumu gibi Türk topluluklarının da, savaş ve barış zamanlarında önderleri vardı.

“Ancak bu önderler yüz binlerce yıldan beri üretim sürecinin denetimini adım adım ele geçiren bir zümrenin, buna paralel olarak otoriteyi de kendi elinde toplamaya yöneliminden kaynaklanmıyordu. Otorite tüm kabilenin otoritesiydi. Özetle, “devlet” henüz olmadığından, devletin vazgeçilmez unsurlarından ordu (yasal şiddet tekeli) ve bürokrasi yoktu”. (Halil Berktay:Türkiye Tarihi. 1. Cilt., s:34. Yayın Yönetmeni: Sina Akşin. Cem Yayınevi)

Savaş, barış, göç yabancıların kandaşlığa kabulü veya öldürülmesi gibi önemli kararların alınmasına herkes katılmaktaydı.

“Kısacası, toplum vardı, insanlar vardı, onların üretim faaliyeti ve bunun etrafında bir örgütlenmeleri vardı, belli bir ekonomi vardı, fakat irsi devamlılıklarla örülen bir hakim sınıfın istikrarlı iktidar ve şiddet tekeli olarak devlet de, artık sınıflara ayrılmış bir toplumu kandaş demokrasiyle değil, bu devlet aracılığıyla yönetme sanatı olarak siyaset de tanınmıyordu” (Halil Berktay: Agy,s:44, 45)

Hatta,bir takım ideolojik kurgularla o karanlık devir canlandırılmaya çalışılmıştır. Bazen idealize edilerek, hem de materyalist dünya görüşüne sahip araştırıcılar tarafından“ askeri demokrasi” veya “ kan kardeşliği anayasası”olarak nitelendirilmiştir. Atilla öncesinde Hun topluluklarında özel haller dışında iktidarın olmayışını, Doğan Avcıoğlu, “askeri demokrasi” olarak tanımlamıştır:
“Kısacası, Hun boyları, Çin Tanhu devletinin çöküşünde sonra 400 yüz yıl kadar “askeri demokratik topluluklar”olarak, dağınık biçimde yaşarlar.”( Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, s: 487)

Marksist Hikmet Kıvılcımlı ise, Türk topluluklarının “sosyal sınıfları bulunmayan” ve bu nedenle de toplumsal kurallarının “kandaşlık” gelenek-göreneklerine göre belirlendiği –tarihsiz, dolayısıyla karanlık- evresini “İlkel sosyalizm çağı” olarak adlandırmıştır:

Barbar, ilkel de kalsa, 'sosyalist bir kamu düzeni'nin çocuğu idi. Eşitsizlik bilmiyordu. O yüzden yalanı ve korkuyu kendi içine sokmayan alabildiğine ülkücü yiğitti. Böyle yüce karakterli kişilerden derleşik olan barbar topluluğu, ne denli az kalabalık olurlarsa olsun, var olan bütün üyeleriyle bir tek vücut gibi düşünüp davranıyordu” (Hikmet Kıvılcımlı’danakt: Doğan Avcıoğlu: Agy, s: 101).

Benzer biçimde, 17.yüzyılda bile avcı-toplayı yaşamlarını sürdüren Amerika yerlilerinin toplum yapısı yüceltilmiştir.

” Brezilya'ya giden ilk gezginler ve etnografların binlerce kez altını çizdiklerine göre, bir yerli şefte gözlenen en büyük eksiklik, tam otorite sahibi olmayışıdır; siyasal işlev, toplum içerisinde hemen hemen hiçbir farklılaşma yaratmamış gibidir. Elimize ulaşan belgelerin dağınıklığına ve yetersizliğine karşın bu çok canlı demokrasinin izlerini her yerde görebiliriz, öyle ki bütün bir Amerika kıtasına damgasını basar.” (Pierre Claster: Devlete karı Toplum, s: 25. Türkçesi: Nedim Demirtaş)

İlkel insan topluluklarında (kabilelerde) eşitlik, toplumun bilinçli bir seçeneği olduğu için değil, onların yaşamlarının bir sonucu olarak vardı. Aksini ileri sürmek, tarihi zorlamaktır.

İlkel toplum doğası gereği eşitlik üzerine kuruludur. Her insan kendisinin ve eylemlerinin efendisidir; bu eylemler sonucu ortaya çıkacak ürünlerin dolaşımı üzerinde egemendir; yalnızca kendileri için harekete geçer, dolaşım yasasının insanı ürününe yabancılaştıran yanlarından etkilenmezler.”(P.Claster: Agy,s: 154)

Yani, eğer, gerçekten insanlığın geçmişinde eşitlikçi (egaliteryen) bir dönem vardıysa, bu , insanlık henüz artı ürünü pazara çıkaramadığından, yani ticareti bilmediğinden dolayıdır. Bu nedenle, herkes eşit koşullarda yaşar ve kendini yönetir, yani efendisi kendisidir. Onların eşitliği insanlar henüz güç ve zenginliğin temelinin özel mülkiyet olduğunun farkında olmadıkları için, yani bu konudaki bilinçsiz oldukları için doğal bir eşitlikti. Nitekim, insanlar binlerce yıl birbirleriyle görünürde -başta din-mezhep farklılıkları olmak üzere- çeşitli nedenlerden dolayı savaşmışlardı, gerçekte ise ekonomi için savaşıyorlardı ve bunun farkına Karl Marx’a kadar varamamışlardır. Ekonominin ayrı bir kategori olduğunu ve insan toplumlarının bütün etkinliklerinin temelini oluşturduğu Marx’tan sonra insan düşüncesine yerleşmiştir.

Ayrıca, göçebe kültürün-ahlakın sadeliği, ayırıcı kültür özelliklerinin yokluğu da herkesin eşit statüde olmasına katkı yapıyordu. Moğol göçebe kabileleri hakkında bir Ermeni yazar şaşkınlıkla “ efendilerle uşaklar aynı yemeği yiyor“ dereken gerçekte efendi ve kölenin olduğunu, ancak bozkır yaşamının her ikisine de aynı koşulları dayattığını belirtmiş olur. Buna karşın, tarım toplumunda “efendi” ile “ köle”nin durumu çok farklıdır; çünkü o toplumda “refah: konfor” vardır. Dolayısıyla, tarım toplumunda sınıfların sınırları çok keskindir, görece “eşitlik”ten bile söz edilmez. Asırlarca basit bir yaşam süren göçebeler de, tarım toplumlarının etkisiyle farklılaşmaya, eski geleneklerinden kopmaya başlarlar. Moğol göçebelerindeki bu durumu 1221’de Güney Çin devleti tarafından Çurçe aleyhine ittifak yapmak için elçi olarak gönderilen Çinli bir devlet görevlisi MengHung, şöyle belirtir:

“ Onlara yazılı bilgi bırakılmamıştı. Onlar asırlarca kaygusuz ve kendi hallerinde yaşamışlardır. Meng Hung, Moğol vahşilerinin hallerinde “eski çağların bozulmamış adetlerini gördükten başka Çin kültürünün tesir ile bu sadeliğin bertaraf edildiğine üzülür: ‘yazık ki, şimdiki hocaları, kendi memleketlerini terk eden King devletinin memurlarıdır. Şimdiki kargaşalıktan (yani sadelikten) çıkmağa başlıyorlar. Tabii (yani gerçek) semavi emirleri ortadan kaldırıyorlar, aşağı bir kurnazlığa meylediyorlar. Ah kötü bir hal !”(Vasili ViladimiroviçBarthold: Moğol İstilasına kadar Türkistan, s: 40)

Özetle, bizim incelediğimiz -yukarıda adlarını verdiğimiz- hem göçebelerin orijinal eserlerinde, hem de konuyla ilgili yabancı eserlerde Türk ve Moğol göçbetopluluklarında toplumsal sınıfların oluştuğu, çeşitli devirlerdeki hanedanların “kara budun”u, yani halkı “törü” ettiği, yani yönettiği çok açık bir şekilde belirtilmiştir. “Orhun Abideleri”nde çok kere; “Türk Budunu Törü ettim“, “İli tutup töreyi düzenlemiş”, “Türk milletinin ilini töresini tutu vermiş, düzenleyivermiş”, vb şeklinde “törü” veya “töre” geçer. “Töre” sözcüğünün sözlük anlamı, bir toplulukta benimsenmiş, yerleşmiş davranış ve yaşama biçimlerinin, kuralların, görenek ve geleneklerin, ortaklaşa alışkanlıkların, tutulan yolların bütünüdür. “Törü" kanun, adet ve kanunla birlik kazanan, birlikte değerlendirilen "halk kitlesi" anlamlarına geliyor.Buna göre,Türk kelimesinin aynı Orhun yazıtlarında birkaç kere kullanılan "Törü" kelimesiyle ilgili olduğunu düşünmek mümkündür. "(V V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Dersler, 31-32. Türkçesi: Hüseyin Dağ. Çağlar Yayınları.)Belki hiç ilgisi yok ama, tek tanrılı dinlerin anası olan “Torah” ya da “Tevrat” olarak bilinen Yahudilerin kutsal kitabı da Türkçede “töre” olarak söylenir. Birçok kaynakta “Tora”, Töre”,”Torah” ve “Tevrat” sözcükleri eşanlamlı olarak kullanılmıştır.

Sonuç olarak, eğer devleti tek bir cümlede tarif etmek gerekirse, “emir verme-itaat ettirme” ilişkisi denebilir. Bunu, emir verenlerin (iktidar) itaat edenleri yönetmesi olarak da okuyabiliriz. İktidar kavramı birey veya topluluğun başka birey veya topluluk üzerinde kendi istediklerini yapabilme veya yaptırabilme gücüdür. Türk-Moğollar’da iktidar Boy Beyi, Hakan, Kağan, Tanhu”, yönetilenler ise “Boy, Budun, İrgen’dir. Bu sitede yayınlanan, “Türk-Moğol Kabile Yaşantısını İnceleyen Kaynaklar Hakkında Özet Bilgi,” ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) adlı derlemede sözü edilen kaynakların tümünde bey-budun, başka bir söylemle “iktidar-halk” çatışmaları, toplumsal bunalımlardan sıkça söz edilir.

O halde, İran ve Anadolu Selçuklu Devletleri ile Osmanlı Devleti’ne karşı isyan eden, günümüzde hep muhalif kanatta yer alan Türk Kızılbaşlığı, aslında Orta ve Uzak Asya’daki Türk-Moğol topluluklarındaki Bey-Budun çatışmalarının İran’a, oradan da Anadolu’ya taşınması olabilir mi ? Başka bir söylemle, Türk Kızılbaşlığı, “göçebe Şamanist Türk topluluklarında eski kandaşlık bağlarının çözülmeye ve sınıfsal farklılaşmanın, başka bir ifadeyle, aynı soydan gelen insanlar arasında “güç” ve “varlık” farklılıklarının, daha da net şekilde söylenecek olursa “iktidarın” belirginleşmeye başladığı zaman diliminde ortaya çıkmış, temelde sınıflı topluma karşı kandaş gelenekler tepkisidir ve oradaki adı “ Kara Budun” dur,” söylemi gerçeğe ne kadar yakındır.

Bu konuya, “Boy Beyliği” ile devam edilecek
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 24 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor...