Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)
Sivas - Sivaslilar.Net - Sivashaber - Sivasforum - Sivasların En Büyük Buluşma Merkezi - Yiğidolar - Tekil Mesaj Gösterimi - Türk-Moğol Kabile Yaşantısı-1
Tekil Mesaj Gösterimi
Alt 15.01.2016, 11:46   #1
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 580 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Türk-Moğol Kabile Yaşantısı-1

Türk-Moğol Kabile Yaşantısını İnceleyen Kaynaklar Hakkında Özet Bilgi

İslam öncesinde Türkler, Çin’den Rusya ve Macaristan içlerine kadar uzanan Asya bozkırlarında çok uzun süreden beri (2000 yıl tahmin ediliyor) göçebe yaşam sürüyorlardı. Hemen belirtelim ki, Türklerin Asya bozkırlarındaki M.S. 8 yüzyıla kadar olan dönemlerdeki göçebe yaşantıları konusunda sağlıklı bilgileri, daha önce de değinildiği gibi, Çin başta olmak üzere yabancı kaynaklardan öğreniyoruz. Çünkü, eski göçebe Türk ve Moğol toplumları ve onlarla aynı coğrafyayı paylaşan ve aynı sosyal yapıları yaşayan diğer göçebe topluluklar ilkel (arkaik) topluluklardı. Arkaik topluluklarda “yazı” yoktur. “Onlara yazılı bilgi bırakılmamıştı. Onlar asırlarca kaygusuz ve kendi hallerinde yaşamışlardır.” Yazısız toplumlarda toplumsal bellek sözlü aktarımlara dayanır, bu nedenle yeni nesillere doğru ve eksiksiz aktarılamaz. Çünkü, geçmişi doğru bir şekilde hatırlama ve geçmişle iletişim kurma ancak yazı aracılığı ile olur. Bu nedenle de toplumsal belleğin en önemli aracı "yazı"dır. Sonuç olarak, yazılı eser bırakmamış olan toplumlar “ tarihsiz toplumlar” olarak da adlandırılırlar.

Türklerde yazı İ.S. 730’larda tarih sahnelerinde görülür. Yazıları olmadığından bu tarihe kadar kendileri hakkında ve kendileri tarafından yazılan bir eser bırakamamışlardır. Ancak, Türkler 8. yüzyıldan sonra çok az ve destan türünde de olsa kendi eserlerini vermeye başlamışlardır. Oysa , yazı kültürü İ.Ö. 3000’lerde Sümerler ile başlamıştır. Göktürk yazısı tarihte göründüğünde, Mısır, Eti, Frig, Babür, Asur, Eski Yunan uygarlıkları yazıyı kullanmış ve o zaman tarih sahnesinden silinmişlerdi. Bilimsel düşüncenin ve “Batı uygarlığı”nın, Atatürk’ün söylemiyle “muasır medeniyet”in temelini oluşturan Esi Yunan toplumu İ.Ö. 7.yüzyıldan itibaren, yani Göktürklerden 1400 yıl önce, yazıyı kullanmaya başlamışlardır.

Türklerin kendi eserleri olarak kabul edilenler içinde Orhun Abideleri, Kutadgu Bilig, Divanı Lugat-ı Türk en ünlüleridir. Fakat, bunlardan daha önemlisi Türkler hakkında İranlı, Bizans, Ermeni ve Arap tarihçiler, seyyahlar da yazılı eserler vermişlerdir. Bunlardan Arap kaynakları, İslam dinin etkisiyle önyargılarla yazıldıkları ve yazılan dönemleri kesin bir şeklide belirtmedikleri için en güvenilmez kaynaklar olarak nitelenmişlerdir. Bu kaynaklara bir de 11-13. yüzyıllardaki Moğol kabile toplumunun yaşamını inceleyen eserleri katabiliriz. Çünkü, Moğollar hem etnisite (ırk, soy) bakımından, hem yaşam tarzı olarak ve hem de yaşanılan coğrafya bakımından Türklerle benzerlikler içindedirler. Boy-kabile yaşamı, hayvan besiciliği, göç, talan için savaşlar başlıca ortak yaşam biçimidir, ortak kültürdür. Bir zamanlar Hunların ve onlardan sonra da Göktürklerin yaşadıkları Asya bozkırları 13. yüzyılın başından itibaren Moğolistan’ın batı bölgesi olur. Moğollar, Afganistan’da, Çin’de ve diğer yerleşik kavimlerin ülkelerinde kendi dillerini, kültürlerini uzun süre korurken, Türk’ler içinde özümsenirler; Türkleşirler: Bu, onların Asya’nın batısında İslamlaşmalarına, doğusunda ise İslam dinine direnmelerinin de nedenidir.

“Batıya giden Moğollar az bir zaman zarfında Türkleştiler, kendilerine az çok yakın olan Etnografik muhitte adeta eridiler. Fakat Moğolların “İslam” kültürünü benimsememeleri, İran’a nazaran, Orta Asya’da daha yavaş olmuştu, çünkü bir kısım Moğollar burada etnik bakımdan kendilerine yakın olan göçebe Türkler arasında bulunmakta idiler.”(Vasili Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına kadar Türkistan, s: 60-80.)


Bazı Batılı yazarlar, Cengiz İmparatorluğu öncesi dönemde Moğolistan’da yaşayan göçebelerin tümünü Türk olarak adlandırmışlardır. “Cengiz Han döneminden önce Moğolistan’da yerleşmiş bütün insanları Türk olarak vasıflandıran yazar...”3 Asya Hun boylarının kalıntılarından kurulan Göktürklerin yurdu olan “Orhun” bölgesi Cengiz İmparatorluğu’nun merkezi olur. “Orhun’daki Karakurum (Xara Xorum) 1235’te imparator Ögedey zamanında inşa edildi.”(Vasili Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına kadar Türkistan, s: 60-80.)

Ayrıca, Eski Türk ve Moğol tarihleri genelde birlikte incelenir.

“Türk ve Moğol boylarının tarihi haklarındaki ilk genel eskiz denemesi, bilindiği gibi Deguignes tarafından,1756-1758’de yapılmıştı. Bu yazar, Çin kaynaklarından sadece birkaç deneme eser ile yetinmek zorunda kaldığı için bu müellifin eseri Orta Asya’nın batısından çok doğusu kesiminin tarihi bakımından daha büyük öneme sahiptir/.../ Moğol tarihi ile ilgili İslam kaynaklarını ayrıntılı olarak ilk defa Baron d’Ohson tarafından incelenmiştir. Histories des Mongols adı ile ilk kez 1824’de yayınlanmıştır/.../ Türk ve Moğol toplumlarının tarihinin genel bir araştırması üzerinde yeni bir teşebbüs L. Cahun tarafından yapılmıştır. Türkistan tarihinin kısa bir eskiziz 1899’da B.D.Ross tarafından yapılmıştır”4 (V.V. Barthold: Türksitan, s :62. Türk Tarih Kurumu Yayını. Ankara. )

Bununla birlikte, Moğol kabile yaşamı Türk göçebelere göre farklı bir tarihsel süreç izlemiştir. Türkler, genel olarak, onuncu yüzyıldan itibaren büyük çoğunlukları ile Asya’nın batısında “Maveraünnehr” olarak bilinen Ceyhun ve Seyhun nehirlerinin arasındaki İran kültürünün egemen olduğu bölgede yerleşikliğe, yani tarım-ticaret yaşamına geçmeğe başlamışlardır. Buna karşın, Türklerin yerleşik yaşama geçmelerinden yaklaşık yüz yıl sonra, Cengiz Han’ın liderliğinde tüm Asya’ya egemen olan “Büyük Moğol İmparatorluğu”nu kurdukları dönemde bile, 1206’da, yani on üçüncü yüzyılda, Moğol toplumunun hemen tamamı -eski göçebe yaşam kendi içinde ilerleme-gelişme (tekamül) göstermişse de- göçebe kabileler halinde yaşıyorlardı. Bu yaşam biçimi, on sekizinci yüzyılda bile değişmemiştir. Hatta, Çin’e egemen olduktan 300 yüzyıl sonra Çin’den çıkarıldıklarında da eski göçebe yaşamlarına geri dönmüşlerdir. Bu yaşamları, onları yakından izleyen, Çinli, İranlı, Arap-İslam, Ermeni yazarlar ile Avrupalı seyyahlar (gezginler) tarafından çok açık bir şekilde betimlenmiştir.

“Moğol istilası, Moğolların zapt ve tahrip ettikleri bütün memleketlerin tarihçileri tarafından işlenmiştir. Bu konuda daha ziyade İran ve Çin kaynaklarına, bazı nadir ahvalde de Ermeni kaynaklarına müracaat etmek zorundayız.” ( Vasili Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına kadar Türkistan, s: 40. Hazırlayan Hakkı Dursun)

Ayrıca, egemen soy tarafından yazdırılan ve bu nedenle “kahramanlık destanları” olarak nitelendirilen kendi orijinal eserleri de vardır.

Cengiz Han zamanından önce Moğolların yazılı vesikası (belgesi) olmadığı bilinmektedir. Uygur alfabesini kabul ettikleri zaman ilk önce ”Cengiz Han’ın nizamnameleri”ni (yani onun tarafından tasdik edilen milli fikirleri ve adetleri) toplamak için kullandılar. Cengiz Han’ın “ Büyük Yasası” böylece otaya çıkmıştır.” İranlı tarihçi Cuveyni’nin bildirdiğine göre, kanunlar yaprak üzerine yazılı olarak hanedanın başlıca üyelerinin hazinelerinde saklanırdı. Yeni bir han tahta çıkınca, ordu bir sefere gönderilince ve devlet erkanı müzakereye davet edilince bu yapraklar ortaya çıkarılır ve bunlarda yazılı olan hükümlere göre hareket edilirdi. Ancak, “tarihçilerden herhangi birinin Yasa’nın bir nüshasını görüp görmediği bilinmemektedir.” (Vasili Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına kadar Türkistan, s: 60-80.)

Cengiz, 1206’da imparator olduğuna göre, yazının insanlık tarihinde ilk kullanılışından yaklaşık 5000 (beş bin) yıl sonra Moğollar yazıyı kullanmışlardır. Ve bunu yine bir tarım toplumundan, Çin’den, öğrenmişlerdir.

“Bununla beraber, Moğollar, hanlarının söylediklerini, yazmak ve ölümlerinden sonra onları çoğaltmak adetini Çinliler’den almışlardı. Bu gibi notların ancak hanın istediği zaman tutulduğu ve bu gibi durumlarda sözlerini şiir tazında yahut secili olarak söylemeğe özendiği düşünülebilir. Bu sözlerle Türkçe “bilig” (bilgi) adı verilirdir. Cengiz Han’ın bilikleri araştırılır ve öğretilirdi.”
(Vasili Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına kadar Türkistan, s: 40. Hazırlayan Hakkı Dursun )
Kısacası, Moğol göçebeleri 13. yüzyılda yazıyı (Uygur yazısı) kullanmaya başlamışlardır. Onların göçebeliği uygarlık yolunda anormal bir durumdur; oldukça geciken bir göçebeliktir. Avrupa’da Rönesans’ın şafağına az bir zaman kalmıştır. Moğolların tarih sahnesine devlet olarak çıktıklar 1206 yılından 53 yıl önce, 1153’te, Türk halk kitlesi, “Kara Budun”, kendi kurdukları İran Selçuklu Devleti’ne isyan ederek onu yıkmışlardı. Moğol göçebe imparatorluğunun kuruluşundan 34 yıl sonra da, 1239-1240’da, “Kara Budun” bu kez Anadolu’da ilk “Kızılbaş” isyanını ( Babai ayaklanması) çıkarmışlar ve yine kendilerinin askeri gücüne dayanılarak kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’ni yıkmışlardır. Kısacası, insanlığın uygarlık yolunda hızla kentleştiği-ilerlediği bir çağda Moğollar hala göçebedir, fakat yazıları ( Uygur yazısı) vardır. Hem kendileri yazılı eserler bırakmışlar, hem de Çinli, İranlı, Ermeni, İslam ve Avrupalı yazarlar, gezginler onların yaşamları hakkında çok önemli belgeler bırakmışlardır.

3. yüzyılın başlarından itibaren başlayarak Moğolların devlet kurmaktan uzaklaşıp, etnik birer grup olarak Rus ve Çin egemenliğine girdikleri 18. yüzyıla kadar olan bütün dönemlerde yazılan tüm bu kaynaklara dayanılarak, Moğol göçebe toplumunun sosyal, kültürel ve siyasal yapısını çok ayrıntılı olarak inceleyen çok sayıda bilimsel yapıt günümüzde vardır. Moğolistan’da 30 yıl kalarak Moğol dilini öğrenen, Moğolların geçmişini ve çağımızdaki durumunu inceleyerek “Moğolların İçtimai Teşkilatı” adlı oldukça ayrıntılı sosyolojik eseri yazan Yüksek Sovyet Akademisi üyesi Boris Yakovleviç Vladimirtsov, Moğol yaşantısını anlatan temel kaynakları, 1240’da yazılan “Moğolların Gizli Tarihi” (Yuan -Chao-Pi-Shi)”, İranlı Yahudi hekim ve devlet adamı Reşidettin’in 1310’da yazdığı “Cami-üt Tevarih”, 1370’de yazılan Moğol devrine ait resmi Çin tarihi olan “Yüan-shih”, 1604’de yazılan “Altın Soyun Hikayesi” ( Altun Tobci )”, Moğol prensi ( Ordos Prensi) ve yazarı Sanang –setsen Hungtayci tarafından 1662’de yazılmış olan “ Hanların Menşei Hakkında Cevher Mecmuası” ile Marco Polo, Paulo Caprini, Wilhelm von Rubruk gibi Avrupalı tüccar veya misyoner seyyahlar ( gezginler) tarafından kaleme alınmış gezi notları ile Cengiz Han ile özel dostluk kuran Çinli Taoist rahip Çang Çun’un Moğolistan’da 3 yıl ( 1220-1223) kalarak yaptığı gözlemlerin öğrencisi tarafından yayınlanmış gezi notları olarak belirtmiştir. Çang Çun, Çinli Taoist rahiptir. Cengiz Han ile özel dostluğu vardır; Cengiz Han ile üz yüze görüşmeleri, felsefi konuşmaları olmuştur ve Cengiz Han’ın sarayında misafir edilmiştir. Cengiz Han, dönemi Moğolları hakkında en değerli bilgileri onun Moğolistan ve Moğol egemenliğindeki ülkelere yaptığı seyahatlerindeki gözlemleri bir öğrencisi tarafından yayınlanmıştır, bu eser Moğol tarihi konusunda temel kaynaklardan biridir. Çang Çun, Moğolistan’a 1221 de gitti, 1223 de döndü.
Moğolların kendilerinin ürettiği eserleri –yukarıda da değinildiği gibi, egemen soyun kontrolünde ve onun istediği biçimde yazılırdı; Moğol toplumunda yazı olmadığından başka türlüsü de düşünülemezdi zaten. Bu nedenle, Han’lar yazma işini Çinli ve İranlı gibi daha uygar toplumlardan çıkan o zamanın entelektüellerine görev olarak vermişlerdir. Örneğin, Moğol toplumun sosyolojik yapısının aydınlatılmasında birincil temel kaynak olarak değerlendirilen3 “Cami-üt Tevarih”,1310-1311’de ‘İlhanlılar’ olarak bilinen İran Moğol Devleti’nin Hanı’nın (Gazan Han) isteğiyle Yahudi asıllı İranlı hekim ve vezir Reşidettin tarafından yazılmıştır.

Reşidettin’in Cami’it Tevarih’i birinci derecedeki kaynaklar arasındadır /.../ Bu eser öyle bir ansiklopedidir ki orta zamanlarda bu gibi bir eser Asya ve Avrupa kavimlerinden hiç birinde yoktu. /.../ Yalnız şunu kaydedelim ki, Reşidettin Moğol başbuğlarının, bilhassa büyük Moğol hakanının İran Moğol saraylarındaki mümessili Bolad-cingsang’ın ve bizzat İran hükümdarı Gazan Han’ın ifadelerine dayanarak Moğol kabilelerinin göçebe hayatını çok ayrıntılı bir şekilde tanımlamayı başarmıştır.” (Vasili Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına kadar Türkistan)


İkinci Temel kaynak olarak “Moğolların Gizli Tarihi (Yuan-Ch’ao-pi-Shi)” , 1240’da Moğolistan’da Çin yazısı ile yazılmıştır. “Kahramanlık Destanı” olarak nitelendirilmiştir. “Yuan-çao-bi-şi (Yuan-Ch’ao-pi-Shi), Cengiz Han’a dair destani (epik) motiflerle dolu hususi bir malumat kaynağı teşkil eder. Bu kaynak Cengiz’e en yakın zamana ait şifahi (sözlü ) rivayetlere isitinaden (dayanılarak) yazılmıştır”(Vasili Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına kadar Türkistan, ) . Üçüncü temel eser, “Moğol Soyunun Resmi Tarihi (Yuan-Şi) 1369’da Çin’deki egemen Moğol soyu ( Yüan Sülalesi )tarafından yazdırılmıştır.

“Çin’deki Moğol imparatorları tarafından Moğol tarihinin işlenmesine önem verildiğini biliyoruz; mesela imparator Kay-san zamanında (1308-1311) Moğolların bir resmi tarihi yazılmıştır. Moğol hakimiyeti nihayete erdikten sonra hanedanın Çin adeti üzerine geniş bir tarihi ( Yüan-şi: Yüan sülalesi) meydana getirildi”.(Boris Yakovleviç Vladimirtsov: Moğolların İçtimai Teşkilatı, s: 184. )

Diğer bir temel kaynak da Ordos Moğol Prensi “Sanang Secen”in yukarıda adı geçen eseridir.

Kısacası, egemen soyun istekleri doğrultusunda yazılan bu eserler, gerçeklerden çok efsanelere dayanırlar; tarih ile efsane, gerçek olay ile uydurmalar birbirine karışır; iç içe geçer.

“Moğolların parlak zaferleri milli duygunun gelişmesine yardım ettiği gibi bunun tesiri altında Moğollar ile hanları, milletlerinin tarihini bilmek ve atalarının büyük icraatını unutulmaktan kurtarmak istediler. Tarih ile efsane arasındaki farkı Moğollar, diğer ilkel kavimler gibi pek az bilirlerdi. Cuveyni ve Reşidettin, onların kitaplarından milletlerinin menşeyi hakkında ancak hayali efsaneler naklederler: Bu efsanelerin ne zaman yazılmaya başladığını belirtmek güçtür.”(Vasili Viladimiroviç Barthold: Moğol İstilasına kadar Türkistan )

Sonuç olarak, Türk göçebeler hakkında yazılan eserler Moğol göçebelerin sosyokültürel yapılarını anlatan eserlere göre oldukça azdır ama Moğol tarihi ile ilgili yazılan kitaplar bir yerde Türk göçebelerin de tarihidir. Moğol örneği tüm göçebe sosyolojisi analizcileri için temel niteliktedir. Dahası, Türk göçebelerin yaşamlarıyla ilintili hikayelerin anlatıldığı destanlar da yüzyıllarca sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış ve çok geç dönemlerde yazıya geçirilmişlerdir. Örneğin, Oğuz’ların “Dede Korkut” destanı 16.yüzyılın başlarında1, Kırgızların “Manas” destanı 19. yüzyılda2 yazıya geçirilmişlerdir. Ayrıca, öznel yargıların tuzağına düşmemek için Türk göçebe destanlarının da, tıpkı Moğol destanlarında olduğu gibi, feodal ailelerde muhafaza edilen rivayetlere ve epik hikayelere dayanarak yazıya geçirildiklerini gözden ırak tutmamak gerekir. Örneğin, Göktürk Yazıtları Aşina soyundan Bilge ve Kültekin kardeşler tarafından yazdırılmıştır; her satırında babalarının ve kendilerinin olağanüstü kahramanlıkları, Tanrı tarafından görevlendirildikleri, çok fedakar ve cömert oldukları, kendilerinden çok Türk Budun’u düşündükleri, onun için çalıştıkları-savaştıkları vb şeyler anlatılır. Ve en önemlisi, Türk Budun’un itaatten çıktığı zaman dağılıp, perişan olduğu vurgulanır.

Kendimi o Tanrı kağan oturttu tabii. Varlıklı, zengin millet üzerine oturmadım. İçte aşsız, dışta donsuz ( elbisesiz); düşkün, perişan milletin üzerine oturdum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk. Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile öle yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan oturduğumda, her yere gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak çıplak olarak dönüp geldi. Milleti besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabi kavmine doğru, güneyde Çine doğru on iki defa büyük ordu sevk ettim, ... savaştım. Ondan sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti. İşi gücü veriyor.1 ...“Türk milleit aç idi, o at sürüsünü alıp besledim. (Prof. Dr. Muharerm Ergin . Orhun Abideleri , s: 21, 23, 47. Boğaziçi yayınları, 2003.).

Tanrı bahşettiği için, ben kazandığım için Türk milleti kazanmıştır. Ben küçük kardeşimle beraber böyle başa geçip kazanmasam Türk milleti ölecekti, yok olacaktı, Türk beyleri, milleti, böyle düşünün, böyle bilin!...muhterem, güç beslemiş olan, kahraman kağanına ihanet etti.” (Agy)

“Kül Tigin yaya olarak atılıp hücum etti. Ong valinin kayın biraderini, silahlı, elle tuttu, silahlı olarak kağana takdim etti. O orduyu orda yok ettik.... Kül Tigin yirmi altı yaşında iken Kırgıza doğru ordu sevk ettik. Mızrak batımı kar söküp, Kogmen ormanını aşarak yürüyüp Kırgız kavmini uykuda bastık. Kağanı ile Songa ormanında savaştık… Kül Tigin, Bayırkunun boz aygırına binip atılarak hücum etti. Bir eri ok ile vurdu, iki eri kovalayıp takip ederek vurdu… Kırgız kağanını öldürdük, ilini aldık… ….Oğuza doğru ordu sevk ettim. İlk ordu dışarı çıkmıştı, ikinci ordu merkezde idi. Uç Oğuz ordusu basıp geldi. Yaya, kötü oldu diyip yenmek için geldi. Bir kısım ordusu evi barkı yağma etmek için gitti, bir kısım ordusu savaşmak için geldi. Biz az idik, kötü durumda idik. Oğuz ... düşman ... Tanrı kuvvet verdiği için orda mızrakladım, dağıttım.” (Agy)

Görüldüğü gibi Türk’lerin kendilerine ait ilk ve en önemli belgesinde efsane ile gerçek iç içedir. ve bu nedenle de yazıtlardaki ifadeler bakanın açısına göre değişiyor, birbirine zıt-aykırı yorumlar ortaya çıkıyor. Sosyal olayları materyalist açıdan bakarak değerlendiren bilim adamları, yazıtlardaki yukarıda örneklerini gördüğümüz ifadeleri “sınıf savaşları”nın en önemli kanıtları olarak yorumlarken, idealist açıdan bakanlar “mili mefkure” yaratıyorlar. Bu ifadeleri, “Kızılbaşlık”ın mayalanma evrimlerinden bir basamak (safha) olarak görebilir miyiz? Türk ve Moğol göçebelerin eşitlikçi, yani sınıfsız dönemleri açık şeklide bilinmemekle birlikte, sınıflı göçebe toplumdaki bazı karakteristiklerin o dönemin uzantıları olduğu kabul edilir. Sınıf farklılaşmasının hayli geliştiği ve dış etkilerle boy örgütlenmesinin bozulduğu bir zamanda dahi, Orta Asya boyları, hiç değilse alt düzeylerde, ilkel demokrasiyi ve toplumsal dayanışmayı uzun süre korurlar. Bunda en önemli etken toprağın işleniş biçimidir; Tarım toplumunda toprak kişisel (özel) mülk iken, göçebe toplumlarda -o yaşamın kaçınılamaz gereği olarak- ortaklaşa kullanılır, yani kabilenin tüm üyelerine aittir. Gerçekten de, orijinal bir çok kaynakta Türk ve Moğol göçebe kabilelerinde otlaklar (mera-yaylalar) ortak, her türlü mülk, hayvanlar, çadırlar, kapalı arabalar, basit üretim araçlarının ise, kabile üyesi olan şahsın kişisel mülkü olduğu belirtilir. Bu konu ilgi alanımızın tam merkezinde yer almaktadır, bu nedenle ileriki sayfalarda - bozkırda sınıfların doğuşu başlığı altında- yeniden ve daha çok örnek verilerek irdelenecektir.

İslam öncesinin bu kahramanlık hikayelerini, İslamlıktan sonra da ve belki daha da abartılmış olarak görüyoruz. Örneğin, Oğuzların “Dede Korkut” destanında “Karacık Çoban” (Zavallı kara çoban; halktan biri, beyin uşağı) efendisinin ( Bey’in) hayvan sürülerini kafirlerden ( İslam’a direnen Türk’lerden) korumak için sapanıyla yaklaşık 96 kiloluk taşlar fırlatır:

“ Salur kazan ile Karaca Çoban dört nala yetişti. Çobanın üç yaşından dana derisinden sapanının ayası idi, üç keçi tüyünden sapanın kolları idi, bir keçi tüyünden çatlayıcısı idi. Her atınca on iki batman (96 kilo) taş atardı. Attığı taş yere düşmezdi, yere dahi düşse toz gibi savrulurdu, ocak gibi oyulurdu. Üç yıla kadar taş düştüğü yerde ot bitmezdi...”


Bu kez, Kazan adındaki bey kafirlerle (büyük olasılıkla İslam’ı kabul etmeyen Türkler) savaşmaya gider. Yanında uşağı (Karacık Çoban) vardır. Kazan, zavallı kara(cık) çobanla birlikte savaşmayı gururuna yediremez, ancak Kara(-cık) Çoban yine de sadık bir uşak olduğunu olağanüstü bir kuvvet sergileyerek gösterir:

“Kazan fikreyledi (düşündü ki), der: Eğer çoban ile varacak olursam kudretli Oğuz beyleri benim başıma kakınç kakarlar, çoban beraber olmasa Kazan kafiri yenemezdi derler dedi. Kazan’a gayret geldi. Çobanı bir ağaca sara sara muhkem (sağlam) bağladı, kalktı yürüyüverdi. Çobana der: Bre çoban karnın acıkmamışken, gözün kararmamışken bu ağacı koparmağa bak, yoksa seni burada kurtlar kuşlar yer dedi. Karaca çoban zorladı, koca ağacı yeri ile yurdu ile kopardı, arkasına aldı Kazanın ardına düştü.”

Bu tür hikayeleri Manas, Sine Uşu, Moğolların Gizli Tarihi, Altun Defter vb destanlardaki örneklerle çoğaltmak mümkündür. Çünkü, göçebe yaşamın doğası bu kahramanlık hikayelerine kaynaklık eder. “Tüm kavimlerde romantik tarihe karşı büyük bir ilgi vardı. Bunlar ateşli, gururlu, gösterişli sözlerle süslenmiş ve politik mizah ile şakayı bağdaştıran öykülerdi.”

Ayrıca, Orta Asya’dan Anadolu’ya, hatta Avrupa’ya uzanan büyük bir coğrafya ve 5. yüzyıldan 16. yüzyılın başlarına (Safevi Devleti’nin kurulmasıyla Osmanlı’nın İran sınırını kapatması) kadar süren göç dalgalarında doğal olarak bu anlatılan hikayelere geçtikleri kültür ortamlarından katkılar olmuştur. Kısacası, sözü edilen destanlar, sonuçta efsanelere dayalı hikayelerdir. Oysa, hayat tarzının yansıması farklı, hayatın kendisi farklıdır. Destanlar hayatın kendisi değil, yansımasıdır. Bununla birlikte, anılan destanların tüm bu olumsuzluklarına karşın, belki de yalınlıklarından ötürü, günümüzde pek de ilginç bulunmayan bu tür öyküler yakından bakıldığında, bunların aslında kolektif bilincin (toplumsal belleğin) dışa yansıyan resimleri oldukları ve toplumların çekirdeğinde yaşamış, istisnasız her bireye aktarılmış düşünce motiflerini sundukları görülür. Bu türden tarih öncesine dayanan efsaneler (mitsel masallar), insanlığın evrensel köklerine ait belirlemelerin yanı sıra, belli bir coğrafyanın tarihsel bir dönemine, ya da halkının değişen koşullara paralel olarak oluşturduğu bilincin de yansıması olabilir. Destanlara/mitlere böyle bir açıdan bakıldığında, Göktürklerin Orhun yazıtları, Oğuzların Dede Korkut Destanı, Moğolların “Altın Soy” ( Altun Tobcı) destanı, Kırgızların “Manas” destanı, Uygurların “ Şine Usu” destanı vb eserlerin Asya bozkırlarındaki göçebe yaşamın, dolayısıyla Türk tarihinin derinliklerindeki oluntuları günümüze taşıdıkları görülür. Örneğin, Moğolistan’da 1240’da yazılan ve kahramanlık destanı olarak nitelendirilen bir eserde halktan birilerinin Cengiz Han ile ailesinden daha çok övüldüğü belirtilmiştir:

Yazara göre, Cengiz Han, henüz çocuk iken kardeşini öldürmüş; bundan dolayı annesi, büyük oğullarının uğradığı zulme üzülerek onları yırtıcı hayvanlara benzetmiş, Cengiz Han daha sonra sadık uşaklarından birisini haince öldürmüş, Ögedey ( Cengiz’in oğlu) de “şahsi bir kinden dolayı sadık ve fedakar” bir silah arkadaşını gizlice öldürmüş” olmakla itham edilir(suçlanır). Diğer taraftan yazar, kahramanlarının iddialarını kayıtsız şartsız tasvip eder (onaylar). Bunlardan biri, Cengiz Han’ın her hususta (konuda) fikrine uyulmasını açıkça istemiş olmasıdır. Cengiz Han’ın ağzından hanın muhafızlarına, yani askeri aristokrasiye (Nökerler, Noyanlar) hürmet (saygı) ve riayet gösterilmesi ( itaat edilmesi) tavsiye edilir.“

Moğolların Gizli Tarihi’nde de toplumsal bunalımlar ve çatışmaların olduğu net bir şekilde görülür. Örneğin, Cengiz’in şu sözlerinden sınıf savaşları olduğu açıktır: “Evlatları babalarını, küçük kardeş büyük kardeşi dinlemezdi. Birbirini yağma ediyorlardı. Rahat yüzü yoktu.”5
Yaşlı bir Moğol nökeri ( Kokocos) Cengiz’in huzurunda , oğulları Çoci ve Çağatay ( Ça’dai) kavga ederken Çağatay, Çoci’nin piç olduğunu, bu nedenle veliaht olamayacağını ileri sürüyordu şöyle konuşur6:

“Siz doğmadan önce :
Yıldızlı sema
Başka türlü idi,
Bütün uluslar kavgada idi.
İnsanlar yataklarına giremezler,
Birbirlerini yağma ederlerdi.
Yer Yüzü
Sarsılmıştı,
Bütün uluslar kavgada idi.
İnsanlar yataklarına yatamazlar,
Birbirleriyle harp ederlerdi.
O zamanlarda :
Arzuya göre yaşanmaz,
Hep çarpışma olurdu,
Meydandan geçmek olmaz
Her gün savaş olurdu.
Karşılıklı sevgi yok,
Mevcut olan ölümdü.”

Moğol destanları gibi, Türk göçebelerin kendilerine ait olan yukarıda adı geçen eserler de birçok menkıbeler (egemen sınıfın kahramanlık ve erdemlerini) içeriyorlarsa da, göçebe Türk topluluklarının gündelik hayatlarına dair çok dikkat çekici ayrıntılar nakletmektedirler; göçebelerin inanç, giyim-kuşam, beslenme alışkanlıkları, zenginlikleri-fakirlikleri, yasları-şölenleri, savaşları, kendi aralarındaki kavgaları, vb yaşamsal etkinlikleri anlatılır. Bu eserlerde en çok işlenen konulardan biri de egemen (bey) ile yönetilenlerin (halk; budun) arasındaki çatışmalardır ve konumuz bakımından çok önemlidir. Göktürk yazıtlarındaki (Orhun Abideleri) düz yazılarda, Dede Korkut destanındaki hikayelerde, Manas destanındaki dizelerde, “Uygurların “Sine Usu” yazıtında egemen (bey) ile halk (kara budun) arasında sık sık savaşımlar olduğu açık bir şekilde izlenebilir.
Örneğin, Orhun yazıtlarında,
“Türk Milleti yine karışıklık içindedir demiş. Oğuz yine sıkıntıdadır demiş . Bu sözü işitip gece yine uyuyacağım gelmiyordu, gündüz yine oturacağım gelmiyordu...”2 /.../ Türk budun, vazgeç, pişman ol ! Disiplinsizliğinden dolayı, (seni) beslemiş olan kağanına , özgür ve bağımsız iyi iline ( devletine) karşı kendin hata ettin, kötü hale soktun. Silahlı nerden gelip dağıtarak gönderdi! Mızraklı nereden gelerek sürüp gönderdi ! Kutsal Ötüken ormanının budunu, gittin ! Doğuya giden, gittin! Batıya giden gittin!... Kanın nehir gibi koştu. Kemiğin dağ gibi yattı.. Beylik erkek evladını kul kıldın. Hanımlık kız evladını cariye kıldın. O bilmemenden dolayı, kötülüğün yüzünden amcam kağan uçup gitti.”4
Bu örnekler, materyalist tarihçilerin ileri sürüdükleri gibi, göçebe bozkır topluluklarında da sınıf savaşlarının olduğunu, halkın yönetenlerden hoşnut olamadığı dönemlerde itaatten çıktığı; başkaldırdığı anlaşılmaktadır. Yani, “geçmişin ideal bozkır kahramanının yılmaz cesareti, milletinin başkanına sarsılamaz bağlılığı, sonsuz mükrimliği ( konukseverliği) manzumede kuvvetli bir şeklide belirtilmiş…“2 olsa da, öndeki efsanenin (yalanın) arkasındaki gerçeği( başkaldırıyı) görebiliyoruz. Asya’daki göçebe yaşamlar üzerine yaptığı araştırmalar ile tanınan Vasili Viladimiroviç Barthold, “Eğer göçebe toplulukların kendileri hakkında saptadığı olaylar, daha çok bulunsaydı, öteki göçebe devletlerin kuruluşunda da sınıf mücadelesinin ne önemli bir yer almış olduğu herhalde daha açık olarak görülürdü”3 demiştir.
Sonuç olarak, gerek 730’larda yazılan “Orhun yazıtları” ve gerekse 1240’da yazılmış olan “ Moğolların Gizli Tarihi” epik bir heyecanla ve epik bir üsluba sahip ve her yerinde bu üsluba başvuran Türk ve Moğol bozkır aristokrasisinin yarattığı eserlerdir. Bu nedenle, bu eserler “kahramanlık destanı” olarak değerlendirmekten daha çok “bozkır kokusu sinmiş tarih” olarak değerlendirilmektedir. Moğol sosyal yaşantısı çok ayrıntılı bir şeklide inceleyen Boris Yakovleviç Vladimirtsov, “Şu da kaydedilmelidir ki hiçbir göçebe kavim hakiki hayatı bütün teferruatıyla tasvir ve tercim eden “ Yuan Çao-bi-şi” (Moğolların Gizli Tarihi) gibi bir yadigar bırakmamıştır”1 demiştir.

Sözün kısası, bir kez daha vurgulayalım ki, Orta Asya göçebe kavimlerinden Moğolların göçebe yaşamları çok ayrıntılı olarak incelenmiştir. Moğol göçebe yaşamı, göçebe Türk toplumunun yapısının anlaşılmasında -çözümlenmesinde bir model oluşturmaktadır. Çünkü, incelenen yaşam biçimi özelde Moğolların, genelde ise o coğrafyada, o tarihsel süreçten geçmiş olan tüm göçebe halkların yaşamıdır. Başka bir söylemle, Moğol kabile yaşamında izlenen bütün sosyolojik özellikler, aslında Moğolların ayırt edici-kendine özgü- orijinal özellikleri değildir; Özdeş olgular, sosyal bakımdan özdeş koşullar içinde ortaya çıkarlar. ”Moğol kabile hayatında gözlemlediğimiz bütün bu özellikler, kabile örgütlülüğü ile yaşayan veya yaşamış olan diğer kavimlerden Moğolları ayırt edecek özellik ve orijinallik yoktur” (Boris Yakovleviç Vladimirtsov: Moğolların İçtimai Teşkilatı.)

. Kendilerinden önce aynı coğrafyada kabile örgütlülüğüyle yaşamış veya hala yaşıyor olan diğer kavimlerin de ortak özellikleridir. Örneğin,

“Cengiz, askeri hizmetle yükümlü vassallık usulünü muntazam bir surette kurmak için eskiden yaşayıp gelen ‘nökerlik’ müessesinden geniş bir ölçüde yararlanıyordu.... Yüzbaşı, binbaşı, ve tümenbaşı rütbesi irsi ( babadan oğula geçen) idi; bu rütbelerde bulunanlar genel bir unvan olan ‘noyan’, yani ‘beg’ (bey), ‘senyör’ adını alıyorlardı; bilindiği gibi Çin’den gelmiş olan bu unvanı çok eski zamanlardan beri bozkır aristokrasisinin temsilcileri taşıyordu.”3
Yani, Moğol kabile yaşamının özellikleri, önceki yaşamların devamıdır, süreğenliğidir, sosyolojik olarak o coğrafyadaki genel özelliklerdir.

Mo-Tun(Mete), İ.Ö. 209’da -bir rivayete göre babasını öldürterek- Hun imparatoru olur. Mo-tun, bozkırda yüzyıllar boyu kullanılacak ve Cengiz Han zamanında Moğol feodalitesini meydana getirecek en gelişmiş biçimine ulaşacak olan onlu düzenleme sistemini geliştirir. Ordu, her birinin başlarında şefleri bulunan 10, 100, 1000, 10000 kişilik bölümlere ayrılır. Onbaşı, yüzbaşı, binbaşı, tümenbaşı deyimleri, bu düzenlemeden gelir.” (Boris Yakovleviç Vladimirtsov: Moğolların İçtimai Teşkilatı.)

Hele aynı coğrafyada daha eski zamanlarda yaşamış olan ve 11.-13.yüzyıllarda da, yani göçebe Moğol İmparatorluğu döneminde, Moğol kabileleri içinde ya da onlara komşu fakat Moğol İmparatorluğu egemenliğinde hala yaşıyor olan etnisite bakımından da Moğol’lara çok yakın olan Türk göçebe kabilelerin yaşamları Moğol’ların yaşamıyla özdeştir kuşkusuz.

Gerçekle efsanenin birbirine geçtiği yazılı belgeler Moğollardan sonraki kurulan ve aynı soydan ve aynı kültürden oldukları için bir yerde onların
uzantıları sayılan devletlerde de görülür, yani söz konusu gelenek devam eder:

“Uygur eserlerinin güvenirliği şüphelidir, Timur’u memnun etmek için, Çağatay ulusunun tarihinin nasıl tahrif edildiğini ( değiştirildiği) görülünce derhal anlaşılır. /.../ Moğolların hocaları olan Uygurlar’da bile gerçek tarihi eserler olmadığı kuvvetle muhtemeldir... Uygurlar’da bugünkü manada tarihi eserler olmadığı anlaşılıyor. Moğol tarihi hakkındaki bilgiler, tarihçiler tarafından Moğol ve Uygur kaynaklarından alınmış olup efsane mahiyetinde idi; mesela kardeşi Ögedey’in kurtuluş akçesini ödemek için kendini ruhlara kurban eden Tuluy’un ölümü hikayesi bu kabildendir. “

Bu durum sadece Moğollara özgü bir durum değildir, aynı yaşam biçimini sürdüren bütün halkların gerçeğidir. Türk göçebelerin kendi orijinal eserleri ( Orhun Yazıtları, Dede Korkut Destanı, Manas Destanı, Sine Uşu) de aynı niteliktedir. Bütün Türk kavimlerinde yalnız Osmanlılar, tarih ile efsaneyi ayırmak kudretine sahip idiler.”1 Arap-İslam yazarlarının ise dini tutuculuktan dolayı, yazdıkları eserler güvenilir bulunmamaktadır. Buna karşın, en tarafsız kaynakların Çinli seyyahların notları olduğu belirtilmiştir.

“ Müslümanlar gibi Çinliler de Moğollar’ın zulüm ve tahribatını renkli tasvirlerle anlatırlar. Fakat Müslümanların dini taassubu, birkaç istisnası ile, göçebeleri Orta Asya’nın yerleşik halkından ayıran düşmanlığı görmelerine engel oldu ise de, Çinlilerin Moğollar hakkındaki fikirleri daha tarafsızdır.”2

Tüm bu nedenlerden dolayı, Moğol göçebe yaşamının çözümlenmesi aslında, İslam öncesi göçebe Türk sosyal yaşantısının çözümlenmesidir. Nitekim, İslam öncesi Türk göçebe yaşamını analiz eden eserler -yabancı yazarlarınki dahil- 11.-13. yüzyıllardaki Moğol göçebe yaşamından çok yararlanmışlardır. Bununla birlikte, Türklerin de İslam öncesinden, yani göçebe yaşamlarından bıraktıkları eserler vardır. Bunların en önemlisi, yukarıda da değinildiği gibi, kuşkusuz Göktürkler döneminin “ Orhun Yazıtları’dır; İ.S. 730’larda yazılmışlardır5 Bir diğer temel kaynak göçebe Oğuz boylarının sözlü olarak yaşattıkları “ Dede Korkut Destanı” dır. Bu destan 15. yüzyıldın başlarında yazıya geçirilmiştir.4 Bunlardan başka yine geç dönmelerde, 19. yüzyılda, yazıya geçirilmiş olan Kırgızların “Manas Destanı” ve Uygurların “Şine Usu Destanı” vardır.
Türk’lerin Asya’daki göçebe yaşamları hakkında bilgiler veren yabancı kaynaklardan biri de İran-İslam kaynaklarıdır. Bunlardan en önemlileri İran Selçuklu Devleti’nin İran asıllı veziri Nizamülmülk’ün yazdığı “Siyasetname” ile, Karahanlılar döneminde Türk asıllı Yusuf Has Hacip’in yazdığı “Kutadgu Bilig”dir. Avrupa Hunları’nın yaşamları konusunda ise Roma İmparatorluğu dönemindeki Roma-Hun anlaşma metinleri ile Romalı gezginler, tarihçiler, elçilik kurullarının notları ve gözlemleridir.
Oysa, aynı dönemlerdeki Sümer, Eti, Hitit, Frig, Lidya, Likya, Yunan, Mısır, vb birçok yerleşik toplumun kitap, yasa, antlaşma metinleri, heykel, mezar taşı kitabesi, ev eşyası, tapınak, silah, yazılı tabletleri, kayalardaki resim yontuları gibi birçok kültürel mirasları günümüze kadar ulaşmıştır. Bu kalıntılardan hareketle sözü edilen toplumların yaşantıları bütün ayrıntıları ile bilinebilmektedir. Örneğin, bu toplumların sınıflara ayrıştığı, zengin –fakir, efendi-köle , soylu-halk gibi katmalardan oluştuğu bugün çok açık bir şekilde bilinmektedir.

Burada bir parantez açarak, bir tarım-ticaret toplumu olan ve bugünkü Batı uygarlığının temelini oluşturan Eski Yunan toplumunun yaşantısını anlatan orijinal kaynakların niteliğine çok kısa da olsa değinmek istiyorum. Yunanlıların İ.Ö 600’lerden sonraki yaşamları ve etkinliklerini onlardan kalan şiir, heykel, tiyatro eserleri, mezar taşı kitabeleri, çömlekler üzerine çizdikleri insan, hayvan, savaş ve dini ayin sahnelerini yansıtan resimler, anıtsal yapılarındaki kitabeler, binlerce kişiyi alan ve akustik düzenekleri bugün bile çözülemeyen tiyatro binaları, stadyumlar, mabetler, kütüphaneler gibi mimarlık anıtları; bilezik, gerdanlık, küpe, taç, gibi ziynet eşyası; felsefe, matematik, geometri, tarih, coğrafya, teknolojik buluşlar vb konularda yazdıkları kitaplar gibi birçok eserden öğreniyoruz. Örneğin, çömlekler üzerine çizdikleri resimlerden onların uygarlık aşamalarını izleyebiliyoruz: MÖ 10 yüzyılda geometrik şekiller, MÖ 7. yüzyılda kuş ve bitki motifleri, MÖ 6. yüzyıldan itibaren günlük yaşamdan sahneler işlenmişti. MÖ 6. yüzyıl aynı zamanda Yunan kentlerinin ortaya çıktığı yüzyıldır. Bu yüzyıldan itibaren Yunanlılarda tarih yazımı, felsefe, şiir, tiyatro, matematik ve tüm doğa bilimleri hızla gelişir, düşünürler, filozoflar, sanatçılar duygularını, düşüncelerini yazıya dökerler.

"MÖ VI. yüzyıldadır ki Yunanistan’da Olimpiyatları esas alan bir takvim sistemi kabul edilmiştir. Daha önceleri tarih olayları ağızdan aktarılıyordu. Bu nedenle, MÖ. VI. yüzyıldan önceki destan kahramanları ve olayları da tarihin içinde sayılmıştır. “(Colette Estin –Helene Laporte : Yunan ve Roma Mitolojisi , s : 88. TUBİTAK Yayınları. )

Yani, sözlü aktarımla anlatılanların destansı ve bu nedenle gerçek tarih olarak değerlendirilemeyeceği vurgulanıyor. Yunan tarihçisi Heredot’un (İ.Ö:484-424) özellikleri şöyle betimlenir:
“Herodotos bilinen dünyayı betimler. Uzun uzun yolculuk etmiş, her konuda bilgi edinmiştir. Egzotik ve alışılmamış şeylerden kolayca etkilenirdi.” 2
Heredot, kendisi de dindar olmasına karşın, Yunan halkının Mit’lere (efsanelere) inanmalarında büyük etkileri olduğunu düşündüğü Homeros (M.Ö. 9. yüzyıl) ve Hesiodos ( M.Ö. 7. yüzyıl) adlı Yunan ozanlarını üstü kapalı olarak eleştirir.

“Onların şiirleridir ki Yunanlılara her bir tanrının adı ile birlikte tanrılarının soyağacını vermiş, işlevlerini ve saygınlık derecelerini belirtmiş, görünümlerini betimlemiştir.“ 2

Kısacası, bir tarım ve ticaret toplumu olan Yunalılar M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren efsaneler dünyasından gerçekler dünyasına, bilim dünyasına, geçmeye başlamışlardır. Dolayısıyla, bugünün Batı ulusları da aynı dönemde hurafelerden, mitsel hikayelerden uzaklaşmışlardır. Çünkü, Batı uygarlığının temeli Eski Yunan uygarlığıdır. Oysa, biz Türklerin o tarihlerde nerelerde, nasıl yaşadığımız bilinmiyor; yukarıda da değindiğim gibi ilk Türk yazılı eseri Orhun Abideleri’dir ve MS. 730’larda, yani Yunanlılardan yaklaşık bin yıl sonra, Çinli sanatçılar tarafından yazılmışlardır. Binlerce yıl yazısız yaşamamız, bir anlamda her zaman efsanelerle yaşamamız demektir; hala efsaneleri gerçekmiş gibi öğrenir-öğretiriz. Örneğin, MÖ 3000, hatta 5000’li yıllarda “Oğuz Han” adında bir efsane kahramanı yaratırız, ona tüm dünyaya egemen bir Türk devleti kurdururuz, sonra da Oğuz Han’ı, M.S. 620’lerde kurgulanan İslam dinine sokarız; abdest aldırır, namaz kıldırırız. Bunun saçmalık olduğunu söyleyenleri de öldürürüz. 1968-1980 arasındaki sağ-sol çatışmaları anımsanırsa, ne demek istediğim daha kolay anlaşılır.

Sonuç olarak, Orta Asya göçebe Türklerinin yaşantısını ve oradan Anadolu’ya uzanan göç yolundaki değişimleri incelemeye çalışırken orijinal eserler olan ‘Orhun Abideleri’,Dede Korkut Destanı’, ‘Manas Destanı’, ‘Kutadgu Biliğ’, ‘Siyasetname ve ‘Moğolların Gizli Tarihi’den yararlandık. Ancak, bunlardan daha çok, Türk ve Moğol göçebe yaşantısı üzerine yazılan gerek orijinal ve gerekse Çinli, Ermeni, İran-Arap-İslam tarihçileri ile yukarıda anılan Avrupalı ve Çinli seyyahların gezi notlarına dayanılarak, başka bir söylemle tüm bu eserleri irdeleyerek kaleme alınmış olan ‘Moğolların İçtimai Teşkilatı’, ‘Altın Ordu Devleti’, ‘Moğol İstilasına Kadar Türkistan’, ‘Orta Asaya Türk Tarihi Dersleri’, ‘Moğol İmparatorluğu Tarihi’, ‘Asya Tarihine Giriş’ gibi eserleler başta olmak üzere Batı’lı yazarların bu konuda yazdıkları bazı eserlerden yararlandık.

NOTLar

1. Kara(-cuk, -cık): Buradaki –cuk, (-cık) eki küçümseme, aşağı görme sıfatıdır
4Prof. Dr. Muharrem Ergin: Dede Korkut Kitabı, s : 45. 1000 Temel Eser. Milli Eğitim Basımevi. 1971. İstanbul.
2. araca ( Karacuk: Karacık) : zavallı kara anlamında, “Kara Budun”u , yani yönetilenleri simgeler; aşağılama sıfatıdır.
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 41 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor...