Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)
Sivas - Sivaslilar.Net - Sivashaber - Sivasforum - Sivasların En Büyük Buluşma Merkezi - Yiğidolar - Tekil Mesaj Gösterimi - Türk-Moğol Kabile Yaşantısı-1
Tekil Mesaj Gösterimi
Alt 18.01.2016, 12:03   #2
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 580 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Cevap: Türk-Moğol Kabile Yaşantısı-1

Uygarlık Sürecinde Türkler –Moğollar

Bu yazı bir derlemedir. Bundan önceki yazımda Türkler hakkında hem kendilerinin yazdırdıkları, hem de yabancılar tarafından yazılan ilk kaynaklardan söz etmeye çalışmıştım. Şimdi bu kaynaklara dayanarak Türklerin yaşadıkları coğrafyayı, ekonomik, siyasi, sosyolojik ve kültürel yapılarını irdelemeye çalışacağım. Asıl ilgilendiğim konu, gerçekten –Marksistlerin söylediği gibi insanlık tarihinde bir zamanlar “herkesin eşit olduğu” dönem/dönemler olduysa- bu olgu Türk-Moğollar’da nerede, ne zaman ve nasıl oluşmuştu. Başka bir söylemle, Türk- Moğollar’da kan bağına dayalı toplumsal örgütlenmenin ( kabile yaşamının) yıkılıp, yerine sınıflı toplum yapısının ( kültürünün-aktöresinin) geçmesi ne zaman ve nasıl ortaya çıktı? Han, Kağan , Bey, vb (savaşçı soyluluk) sülaleleri (bozkır aristokrasi) nasıl oluştu? Örneğin, Göktürk 'Aşina soyu' kimlerdi, toplumu nasıl örgütledi. Selçuklu, Hazar, Osmanlı hanedanları gerçekten Aşina soyundan mı kök alıyorlardı?

Kuşkusuz, yaşanılan coğrafya da toplumlarının uygarlık yolunda izledikleri rotaya belirleyici etki yapmaktadır. Bu nedenle, Eski Türk sosyal yapısına girmeden önce, bu toplulukların yaşadıkları coğrafyayı kaba hatlarıyla tanımaya çalışalım.

Asya Bozkırları ve Göçebe Yaşam

İslam öncesinde Türkler, Çin’den Rusya ve Macaristan içlerine kadar uzanan Asya bozkırlarında çok uzun süreden beri (2000 yıl tahmin ediliyor) göçebe yaşam sürüyorlardı. Söz konusu coğrafyada Türklerden başka Moğol, Tunguz, Sarmat, Slav, İskit, vb boylar da yaşamlarını sürdürüyorlardı. Denizden uzak ve yüksek dağlarla çevrili bozkırda, iklim serttir. Kışın ısı sıfırın altında olmak üzere -17 ila -51 dereceye düşer, yazın +25 ila +50 dereceye çıkar. Bozkır, özellikle kurak yerlerde çöle dönüşür. Çinli Taoist Rahip Çan Çung, Gobi çölü civarındaki bozkırlarda yaşayan boyların durumunu şöyle betimlemiştir:“...yerde ağaçlar bitmez, biten tek şey yabanıl otlardır; Tanrı burada dağlar değil, tepecikler yaratmıştır; burada ekin yetişmez..( B Y Vladimirtsov: Moğolların İçtimai Teşkilatı, s: 60).”( NOT: Çan Çun, Cengiz’le yüzyüze görüşmüştür. Cengiz O’na Ölüme çare olup olmadığını sormuş, o da ölüme çare yok ama , kalıcı olmaya var demiş. Bartold: Türkistan) Cengiz Han’ın, soydaşlarından ve silah arkadaşlarından birine söylediği şu sözlerden bozkır yaşamının doğal olaylara ne denli açık ve zor olduğunu anlamak mümkündür. “ ...karanlıkta ve sisli günde yolu şaşırmadın; kargaşalık ve bozgunluk anlarında sen benden ayrılmadın; soğuğu ve yağmuru benimle beraber gördün...” (Agy, s: 91).

Sadece Türkler değil, tüm bozkır göçebeleri aynı kaderi paylaşıyorlardı ve işte iklimi böylesine sert, dolayısıyla tarımsal üretime uygun olmayan Asya bozkırlarında sürekli yer değiştirerek hayvan sürüleri yetiştirerek yaşamlarını sürdürüyorlardı “Dünyanın diğer çoban kavimlerinde olduğu gibi. Moğol göçebeleri de sürülerine otlaklar arayarak senede birkaç defa yer değiştirirler, göç ederlerdi. Bu göçler, mahallin tabii şartlarına ve sürülerin az veya çokluğuna göre tanzim edilirdi. Kış için kuru ot hazırlamazlardı; fakat bir yerden bir yere göçlerini öyle tanzim ederlerdi ki kış sürülerin, kökünde kurumuş otları bulup otlamalarına elverişli olan yerleri muhafaza eder, kışın oralara konarlardı. Göçler ve meralar sürülerin cinsine göre değiştirilirdi: koyunlar için iyi olan mezralar, at sürüleri için iyi olmazdı. Camuga, Cengiz Han’a diyor ki: ‘eğer biz şimdi bir dağ yamacına konarsak at sürüleri besleyenler yurt kazanır; eğer akarsu yanına konarsak koyun ve kuzu çobanları boğazlarına yiyecek bulurlar’. .. hayvan sürüleri ne kadar kalabalık olursa o kadar çok ve sık göçmek icabederdi (gerekirdi).” (Agy, s: 61) Bozkırdaki yaşamın zorluğu hakkında çok sayıda örnek verilebilir. Çinli rahip Çan Çung’un şu sözleri bozkır göçebe yaşamının ne olduğunu çok net ortaya koyuyor: “ ...Yaratan ( Halik: Tanrı ) alemi, yaratırken niçin bu yerdeki insanlara at ve sığır sürülerine çobanlık etmeyi emretmiş?” ( Agy, s: 60) Hem bu kayıtlardan, hem de başka tarihi kaynaklardan Moğol göçebelerin temel ekonomisinin hayvan besiciliği olduğu anlaşılmaktadır. . “... sütle beslenirler, deriden dikilmiş elbise giyerler, keçe çadırlarda yaşarlar” (Agy,s:60)
Moğol göçebe topluluklarından sosyo-kültürel yönden ancak ayrıntıda farklılık gösteren Türk göçebe topluluklarından ilk izlenebilenler Asya Hunları’dır. Bunların da temel ekonomisi hayvan besiciliğidir, az miktarda tarım yapılır. “Bunların ekonomisine büyük hayvan yetiştirme ekonomisi denilebilir. Özellikle at yetiştirilir, eti ve sütü yenir, içilir. “Sığır ve koyun da beslenir. Aynı zamanda az miktarda yardımcı tarımla da uğraşılır, böylece kış yemi ile ek yem sağlanır idi. Avcılık da ek besin kaynağı olarak bir rol oynar idi. Fakat Çin Han sülalesi (MÖ. 206 - MS. 220) döneminde Hunlar’da tarım yavaş yavaş kalkar. Çünkü Çin'den buğdayın ticaret yoluyla elde edilmesi daha ekonomiktir.” (Eberhard’dan aktaran Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, I Kitap, s:457.)
(Not: At eti yenilmesi Oğuzlar Müslüman olduktan sonra da devam eder.” Aygır atımı boğazlayıp aşımı verin” (M. Ergin: Dede Korkut Kitabı, s:113). “Kangılı Koca Oğuza girdi. Yeşil, alaca, güzel çimene çadır dikti. Attan aygır ( erkek at), deveden erkek deve, koyundan koç kestirdi.” ( Agy, s 158). Aynı durum Kırgız göçebelerin İslamlaşmalarından sonra da görülür: “Oğlunun yüzüne baktı. , beyaz eti pamuk gibi, kemikleri bakır gibi “ bir ak kısrak kestirdi” (Manas Destanı, s: 23).
Asya Hunları’nın dağılmasından 400 yıl sonra tarih sahnesine çıkan Avrupa Hunları’nın yaşantıları da Asya Hunları’nın devamı niteliğindedir; ekonomileri hayvan besiciliğinin yanında komşu boyların -kabilelerin talan edilmesine dayanır. “Ulusal hedefler konusunda bir amaçları olmayan, otlaklara bağlı Hunlar, sürekli göçebe yaşayan kabilelerden oluşuyordu. Savaşçı erkekler en önde at sürerken, kadınlar ve çocuklar hayvan derileriyle örtülü arabalarda zaferin ganimetleriyle arkadan yol alırlardı....Tek düze ve uzun göçlerine tek ruh veren doğaya saygının ifade edildiği türküleriydi. Bu türkülere, sürekli şaklayan kırbaçların sesi ve atların kişnemeleri karışırdı.” (Wess Roberts: Hun İmparatorluğu . Attila’nın Liderlik Sırları. Çeviren: Yakut Eren, s: 78-80. Rota Yaıncılık, İstanbul, s:19-20. )
(Bugün Türkiye Türkleri’nin büyük çoğunluğu duygularını-daha çok üzüntü, acı, umutsuzluk olmak üzere- türkülerle ifade ederler. “Türkü, Türk’lerin özü”dür dense yeridir)
Romalı yazar Ammianus Avrupa Hunları hakkında şöyle yazmıştır: “Hun boylarının ekonomik koşulları ağır ve üretim düzeyi düşüktür. Çiğ yabanıl kökler ve eğer altında yumuşatılmış çiğ et yerler...Yün elbise giymezler. Parça parça oluncaya kadar sırttan çıkarılmayan keten gömlek, deri ceket taşırlar ve bacaklarına keçi derisinden tozluk sararlar.” (Doğan Avcıoğlu,: Türklelrin Tarihi, I. Kitap, s 487. Tekin Yayınevi, İstanbul. )

Bu perişanlığın yanında sınırsız özgürlük vardır : “Uzun zamandır bağımsız kavimlere bölünmüş olan Hun ulusu, göçebe yaşantının romantizmine uyuyordu. Hunlar, son derce bağımsız, birden fazla ırkın bir araya toplandığı, çeşitli dillerin konuşulduğu kavimler halinde yaşıyorlardı. Onlar bir ulus değil, sadece gelenek ve göreneklerle birbirlerine bağlı küçük kavimlerdi. Komutanlar - boy veya oymak beyleri- kavimlerini istedikleri gibi yönetiyorlardı, kendilerine göre ganimet alıyorlar, kaynaklar tükendiğinde yeniden göçe başlıyorlardı. Bir sonraki hedeflerinin neresi olacağı konusunda plan yapmaya bile gerek görmüyorlardı. Hunlar, farklı ülkelerin egemenlikleri altındaydılar. Kavimlerin komutanları ve savaşçıları genellikle kendilerini satıyorlardı, kendi ırklarından insanlara karşı bile savaştıkları oluyordu. Bu kadar dağınık yaşayan bir halk arasında ulusal bilinç olamaz, herkes kendi çıkarını düşündükçe ortak bir hareket düşünülemezdi. Köksüz, ihtiyaç ya da isteklerle oradan oraya giden Hunlar kendileri için hiçbir yararı olmayan savaşlarda güçlerini boşuna harcıyorlardı.” (Wess Roberts. . Hun İmparatorluğu ... s: 79- 94.) ( Acaba, bu özgür, görece disiplinsiz yaşamın İran Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nin toprağa yerleştirip vergilendirmek dayatmalarına karşı kitlesel isyanlara dönüşüp devletleri yıkmasında bir etkisi olmuş mudur?)

Resmi tarihimizin Hunları tek bir etnik grup, hatta tek bir ırk olarak tanımlamasına karşın, Hunlar birçok etniğin gevşek bir konfederasyon şeklinde bir lider otoritesinde yaşayan topluluklardır. Dahası, Asya’dan çok Avrupa’yı ilgilendiren topluluklardır. İçlerinde Got-Germen toplulukları da vardır, Onbaşı Adolf, Kavgam adlı eserinde Hun’ları vahşi olarak niteler, Germenleri ayrı tutar onlardan.

“Hunlar, birden fazla ırkın bir araya toplandığı, çeşitli dillerin konuşulduğu son derece bağımsız, kavimler halinde yaşıyorlardı; belirli bir fiziksel özellikleri yoktu; benimsedikleri bir dinleri olup olmadığı da bilinmiyor. Politika ve askerlik konularında yetenekliydiler. Duygusal bir kahramanlık ile sürekli gezginlik onların ortak özelikleriydi. Kendileri yabancı uluslara uyum sağlayabildikleri gibi, yabancıları da kendi kavimlerinde benimseyebiliyorlardı. Kendileriyle beraber olanların bir sentezi sonucu, karmaşık bir kültürün benzersiz insanlarıydılar. Onlardan çok korkulmasına karşın, binlerce kişi gelip onlara katılmış, hatta ortak amaçlar uğruna hayatlarını vermişlerdir.”( Wess Roberts: Hun İmparatorluğu . Attila’nın Liderlik Sırları. Çeviren yakut eren, s: 78-80. Rota Yayıncılık, İstanbul.)

Asya Hunları’ndan 1000, Avrupa Hunları’ndan yaklaşık 500 yıl sonra bile Türk göçebe topluluklarında sosyo-ekonomik durum değişmemiştir. İ.S.921 yılında Arap gezgin İbn Fadlan’ın Oğuz boylarındaki gözlemleri yaşam koşullarının değişmediğini gösterir: ‘Bunlar deri çadırlarda oturan göçebe insanlar. Bir süre bir yerde kalıp sonra başka yere gidiyorlar. Yol üstünde bunlara ait çadırların her yanda kurulu olduğunu görüyoruz. Yasayışları güç, ama kendileri de yollarını yitirmiş eşekler gibi davranıyorlar... Oğuz komutanı, heyetimizin kendisine armağan ettiği yeni kaftanı giymek için sırtındaki işlemeli kaftanı çıkardığında, iç giysilerinin kirden çürümek üzere olduğunu gördük. Bu insanların geleneğine göre ten üstüne giyilen iç giysi eskiyip parçalanıncaya kadar üstten çıkarılmıyor."(Arthur Koestler: On Üçüncü kabile. Hazar İmparatorluğu ve Mirası. Çebcviren : Belkis Çorakçı, s: 41-43. Say Yayınlları , İstanbul.) (İbn Faldan: Bağdat’taki İslam Halifesi’nin, Şamanist Volga Bulgarları’nı rüşvet vererek İslam’ı kabul etmelerini sağlamak amacıyla görevlendirdiği elçilik kurulu başkanı.)

Bir parantez açıyorum: Aşağılık duygusuyla kombine bir cehalet örneği vermek istiyorum: 13 Kasım 2004’de Almanya’da Kreuzberg’deki Mevlana Camii’nin imamı, T:C.’nin resmi görevli İmamı sıfatıyla, Bayram namazında verdiği vaazda şunları da söylüyor. “Biz buraya geldiğimizde bu Almanlarda tuvalet bile yoktu” diyor. (cumhuriyet gazetesi, 17.11..2004). Yani, Alman Ulusu, Türklerin açlıktan kurutulmak için Almanya’ya akın ettiği ( Türk işçilerin, henüz Türkiye’de iken, Alman hekimler tarafından dişlerine varıncaya kadar – tıpkı hayvan pazarındaki gibi- muayene edildiklerini anımsatmak isterim) 1960’lara kadar tuvalet nedir bilmezlermiş meğer. Oysa, 08.07.2004’de Cumhuriyet Gazetesi’nde “ Almanların imajı tehlikede” başlılık küçük bir haber çıktı. Haber aynen şöyle: Almanya'da gerçekleştirilen bir araştırma, "Almanlar çok temiz" imajını tehlikeye soktu. Alman erklerin üçte birinin her gün iç çamaşırı değiştirmediği, sadece % 37’sinin her gün duş yaptığı iddia edildi. Alman yayın kurumu Deutsche Welle'e göre, Offenbach’daki Marplan Enstinisü'nce 14 yaş üzerindeki 2 bin 500 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bir araştırma, Alman halkının kişisel temizliği sanıldığı kadar önemsemediği tartışmasını gündeme getirdi. Araştırmaya göre Alman kadınları erkeklerden daha sık iç çamaşırı değiştiriyor ve yıkanıyor.(Cumhuriyet Gazetesi, 08.07.2004,) .Bırakalım her gün duş alıp, iç çamaşırı değiştirmeyi, Türkiye’de her köyde kaç evin tuvaleti var? Burada bir Türk generalin bir anısını aktaracağım. General Hasan Kundakçı, uzun yıllar Güneydoğu Anadolu’da PKK ile savaşmış bir asker. Emekli olduktan sonra “Güneydoğu’da unutulmayanlar“ adında bir kitap yazdı. Bir gün PKK’ya pusu kurmaları için bir tim görevlendiriyor. Timin içinde de bir yüzbaşı var. Bir Kürt köyünün yanında gidip pusuya yatıyorlar. Sabah olunca bir grup kadın topluca köyden biraz uzaklaşıp oturup tuvaletlerini yapıyorlar. Biraz sonra yüzbaşının kafasına bir taş geliyor. Bakıyor... bo .. lu bir taş. İmam, “biz” derken, “Türkler” demek istiyorsa, durum bu; belki de bundan daha kötü. Eğer, “biz” sözcüğü ile tüm Müslümanları işaret ediyorsa, tümünün durumu Türklerden daha kötü. Ayrıca, milyonlarca gecekondudaki hijyenik şartlar nasıldır, haftada bir de olsa banyo yapabiliyorlar mı?
Parantezi kapatıp, konuya dönüyorum.




Bu kadar zor koşullar altında bile göçebelerin kayıtsızlığı hatta mutluluğu yabancı gözlemcileri şaşırtır. Çan Çung, “... ve onlar bütün ömürlerini kaygusuz geçirirler, kendi kendilerine memnunun olarak yaşarlar. Reşidettin, “ormanlı (Ormanlarda yaşayan avcı kabileler. Bunlar, hayvancılıkla uğraşan göçebelerden daha ilkel bir yaşam sürerler.) kavimler hakkında Moğolların söyledikleri sözleri naklederek diyor ki” onların fikirlerine göre bu hayattan (yani avcılık ve orman hayatından) daha iyi bir hayat olmasına imkan yoktu. Ve onlar kadar mesut kimse bulunmazdı.” (B Y Vladimirtsov: Moğolların İçtimai Teşkilatı, s: 60.) (Reşidettin: Yahudi asıllı İranlı hekim , bilgin ve devlet adamı; İran İlhanlı Devleti’nin veziri. Eski Moğol göçebeleri hakkında yazdığı “Cam’-üt Tevarih” adlı eseri temel kaynak kabul ediliyor.) Güney Amerika ormanlı-avcı yerlilerini, Amerikanın işgal edildiği 16.yüzyılın başlarından itibaren inceleyen Sosyologlar, Antropologlar onların davranışları karşısında hayret ederler. “İster Amerikalı, isterse başka yöreli ilkel toplum insanı ya sürekli olarak yiyeceği peşinde koşmakta yada hiç de varlık sürdürme derdinde olmayıp bütün gününü hamağında tütün tüttürmekle geçirmektedir. Brezilya yerlilerini ilk ziyaret edenleri de zaten bu hamak faslı şaşkınlığa düşürmüştür. Sağlıklı bir sürü erkeğin tarla ve bahçelerinde uğraşacakları yerde, karıları gibi, tüylerle, boyalarla uğraşmalarına şaşırıp kalmışlardır. Batı uygarlığının yayılışının ardında iki akisyom gizlidir; bunlardan ilki gerçek bir toplum olabilmek için Devlet’in koruyucu gölgesini arar, diğeri ise çalışmanın gerekliliğini içerir.” (Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum,Çeviren : Nedim Demirtaş, Ayrıntı Yayıonları, s:159-160.)
Sonuç olarak, ister avcı-toplayıcı, isterse avcı-göçebe topluluklar olsun, uygarlığın farkında olmadıkları için mutludurlar. Dostoyevski, ‘insanın az çok mutlu olabilmesi için biraz basit olması gerekir,’ demiştir. Demek ki, göçebelik insanı “ebleh”leştiriyor. Sosyologlara, Antropologlara ve Materyalist tarihçilere göre, insanın uygarlıkta ilerlemesini tarımsal üretim sağlamıştır. Engels’e, Amerika yerlilerinin göçebe olarak kalmalarını tarım kültürü ve dolayısıyla ona dayalı olarak teknolojinin yokluğuna bağlamıştır: “Batı yarıküredekiler (Amerika’ yerlileri) , Avrupalılar’ın fethine ( İ. S. 16.yüzyıl) kadar bu aşama hiç bir yerde aşılamamıştır.” (Fredrich Engels: Aşiielenimn, Özel mülkiyetin ve Devleitn Kökeni, s: 34. Çeviren: Kenan Somer. Sol Yayınları. Ankara, 2002.) Barbarlığın aşağı aşamasında bulunan Amerika yerlileri arasında (Missisipi'nin doğusunda bulunan bütün Kızılderililer bunlar içindeydi), daha ilk bulgulandıkları zamanlarda, ufak ölçülerde bir mısır ekimi ve belki de kabak, kavun ve öbür bahçe bitkileri yetiştiriciliği yapılmaktaydı; besin maddelerinin en büyük kısmı böyle sağlanıyordu. Bu yerliler, kazık bölmelerle çevrili köyler içinde, tahtadan evlerde barınıyorlardı. Tarımsal üretim ve hayvan besiciliği ile uğraşan toplumlar uygarlık ve teknolojide hızla ilerlerken, böyle uğraşa geçememiş olan toplumlarda düşüncenin gelişimi şöyle durusun, düşüncenin üretileceği beyin gelişmiyor. .“Aryen ve Semit ırkların üstün gelişmesini, belki de, bu ırkların beslenmesinde et ve sütün bolluğuna ve özellikle bu bolluğun çocukların gelişmesi üzerindeki olumlu etkilerine bağlamak gerekir. Gerçekten, hemen hemen tamamen bitkisel bir beslenmeyle yaşayan Yeni-Meksika'nın Peubloslu yerlileri, daha çok et ve balık yiyerek yaşayan barbarlığın aşağı aşamasındaki yerlilerden daha küçük bir beyne sahiptirler” (Fredrich Engels: Aşiielenimn, Özel mülkiyetin ve Devleitn Kökeni, s: 34. Çeviren: Kenan Somer. Sol Yayınları. Ankara, 2002.)

NOT: Yöneticilerden ricam, düzenleme fonksiyonunu açık tutmalarıdır, çok yoğun işim var, düzenlemeyi sonra yapacağım. Diğer yazılarımda da vurgu (bold, italik,vb) ile ilaveler yapmak istiyorum. Bir sakıncası yoksa, yazılarımı 2-3 gün düzenleme olanağı sağlansın. Teşekkür ederim.
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 35 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor...