Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)
Sivas - Sivaslilar.Net - Sivashaber - Sivasforum - Sivasların En Büyük Buluşma Merkezi - Yiğidolar - Tekil Mesaj Gösterimi - AFORİZMALAR (SAÇMALAMLAR)-1
Tekil Mesaj Gösterimi
Alt 05.03.2016, 12:27   #8
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 15:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 580 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Cevap: AFORİZMALAR (SAÇMALAMLAR)-1

SORGULAMA

Bu sitede ve başka sitelerde yazdığım yazılar,” İbrani ırkçılığı”nı fark eden, onun kuşatmasını iliklerine kadar hisseden bir Kızılbaş Türk-Moğol’un “çığlığı” dır.

Dur ve bak, bak ama anla; anla ama kavra; kavra ama sorgula; sorgula ama önce kendinden, birey olma konumundan başla !” (Jean-Paul Sartre)

“Sorgulama, en basit anlamıyla “bir suçla ilgili olarak ilgili kişilere sorular sormak” anlamına gelse de bu çok dar kapsamlı bir tanımdır. Sorgulama, geniş anlamıyla “kişiler, varlıklar, kurumlar, olay ve olgular ile fikirler, inançlar ve ideolojiler hakkında, sorular sormak, düşünmek, araştırma ve incelemeler yapmak, o konuyla ilgili doğru ve yanlış yönleri ortaya koymak demektir." Sorgulama akıl gerektirir; bu nedenle insana özgüdür. Denilebilir ki, insan doğa ve toplum içindeki huzur ve mutluluğunu büyük ölçüde bu yeteneğiyle sağlar.
[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]

Bu tanıma göre, sorgulama, basit bir iş değil, hayata dair ne varsa içine alan bir beyin fonksiyonudur. İnsanın en basit hareketi “yer değiştirme”, en gelişmiş hareketi ise “düşünmek”tir. Düşünme, kişinin bir konu üzerindeki yargısı, bir nesnenin fikirlerle oluşturulmuş soyut tasarımı; bilinçli insan varlığının kavramları birbirine bağlamasını ve yeni bilgilere ulaşmasını mümkün kılan işlemler, süreçler bütünü. Düşünme eylemi bireysel yaratı değildir; insanların toplumsal çalışma süreçleriyle birlikte, onun içinden doğmuştur. Demek ki, kişin düşüncesi içinde yaşadığı toplum ve çağla biçimlenir.

Cebe Muhali adındaki bir Moğol’un sorgulaması, yani kişiler, varlıklar, kurumlar, olay ve olgular ile fikirler, inançlar ve ideolojiler hakkında, sorular sorması, düşünmesi, araştırması ve incelemeler yapması, o konuyla ilgili doğru ve yanlış yönleri ortaya koyması," –bir kılavuz olmadan-mümkün mü!? Sorusunun yanıtı kesinlikle “hayır”dır. Çünkü, Cebe Muhali mensubu olduğu etnik grup, bin yıllarca süren göçebe yaşam, bunun sonuçlarından biri olarak her girdiği yerleşik toplum içinde asimle olması(kendi köklerinden kopması), daha kuvvetli göçebe topluluklar tarafından kırılması veya esir edilmesi, büyük kıtlıklar ve salgın hastalıklarda topluluğu büyük kısmının yok olması, vb nedenlerden dolayı “toplumsal belleğin” sürekli kesintiye uğraması, geçmişin unutulması, yeni kültürel ortamlarda yeni toplumsal kimlikler oluşturulması ve toplum üyelerinin kişiliklerinin bu yeni (yapay) kimliğe göre biçimlendiği Türk-Moğol topluluklarıdır.

Türk tarihi denilince, karşımızda sürekli akan bir nehir değil, yalnızca kopuk kopuk bir tarihin bağlantısız parçalarını görüyoruz; o da gösterildiği kadarıyla. Cebe Muhali’nin bugünkü aykırı, kaba, rafine olmamış ve uygarlık normlarına ters düşünce yapısı gibi temel sorunlarının ana nedeni içinden geçip geldiği tarihsel sürecimizdir. Böyle bir geçmişin sonucu olarak biz düşünceyi, yani teoriyi sevmiyoruz, somutu yani pratiği ve anlık yaşamayı seviyoruz; buna “köylü kurnazlığı” da diyebiliriz. “Kurnaz”, kendini akıllı karşısındakini aptal sanan ama gerçekte kendisi ebleh (aptal) olandır. Kuşaktan kuşağa hep aynı şarkıyı dinlediğimizi, yani açlık, işsizlik, ucuz işçilik(taşeron elinde kölelik), korumak için canını feda ettiği vatan üzerinde insan gibi yaşayamama, umutsuzluk, dinsel kuşatma gibi her kötülüğü dönüp dönüp yeniden yaşadığımızı, tekrarladığımızı fark edemiyoruz. Tüm bunların kaçınılmaz sonucu olarak ahlak çöküntüsünün yıkıntısı altında eziliyoruz. Çoğumuz kaderimizi, yani geleceğimizi düşünmekten aciziz, az çok okumuş olanlarımız, sezgisi-algısı çoğunluktan farklı olanlar ise bazen korkunç hüzünlere kapılıyor, histeri derecesinde neşe saçıyorlar; tam bir dengesizlik hali. Daha önemlisi, yükselen öfkemizi bizi 'etrak-ı bi-idrak' İdraksizTürkler: Hayvanlar) seviyesinde tutan- asıl hedefe değil, karşıt takımın ya da karşıt inancın yandaşları gibi yaşanılan koşulların oluşmasında doğrudan hiçbir etkisi olmayan ve çoğunlukla masum insanlara yönlendirilmesi gibi kurnazlıklar ve bunu, ezilen halkın asıl “büyük oyunun” yapı taşları olduğunu fark edememesi. Biz bunları sürekli ömrümüz boyunca-kuşaklar boyunca-sürükleyerek geldik- getirdik. Yahudi bilgiçliği (Alevilik-Batınilik-Sünnilik) bizi aptallaştırdı, dengesiz ve değersiz yaptı. Bu nedenle, Cebe Muhali adlı Türk Moğol’un “sorgulama” yapma yetisi gelişmemiştir.

Türkiye’de, Cebe-Muhali gibi sıradan bir insanın –kendi halinde yaşarken; başarılarını şansına, başarısızlıklarını da şansızlığına sayıp hayatın kıyısına köşesine tutunmaya çalışırken birden yaşamının başkaları tarafından biçimlendirildiği farkettirilir (kendisi fark edemez, farkettirilir). Yaşamının bir döneminde, ‘komplo teorisyenleri’ olarak tanınan İbrani asıllı Prof. Yalçın Küçük ve Soner Yalçın’ın kitapları başta olmak üzere, Ilgaz Zorlu, Rifat N. Bali gibi diğer İbrani asıllı yazarların kitaplarına, televizyonlardaki söyleşilerine, internet ortamlarında –belki de yine bilinmeyen bir planın bir parçası olarak- “içerden verilen” bilgilerle/belgelerle desteklenen bazı iddialarına zaman ayırıp kafa yorduğunda kendi bildiğinden/inandığından çok farklı bir ülkede yaşadığını, adı Türkiye olan ülkenin gerçek sahibinin Türkler olmadığını sarsılarak ve çoğu kez de ruhsal bakımdan bir enkaz yığınına dönüşerek anlayacaktır.

Cebe Muhali’nin toplumsal yaşamdaki ekonomik, siyasal, kültürel değişimleri/dönüşümleri, sivil ve askeri bürokrasideki atamaları, İsrail’ tanıyan ilk Müslüman! ülke olmamızı, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nın Türkiye’deki siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel dönüşümlere doğrudan ve çok keskin etkilerini, hemen arkasından 12 Mart 1971 ve 12 Mart 1980 askeri darbelerinin asıl amacını, vb uygulamaları fark edememesinde şaşılacak bir şey yok. Eğer bir kimsede herhangi bir nedenden dolayı, örneğin Cebe Muhali’nin tarihi boyunca uygarlaşamamış ve bu nedenle toplumsal belleği oluşmamış bir topluma mensup olması gibi, –kültürel birikimle kazanılan- derine bakma yeteneği gelişmemişse ve kendisini yöneten devletin adı “laik, sosyal, demokratik hukuk devleti” ise, her şey ona olağan görünür. Kendisinin atama başvurusuna “münhal kadro” yok diye cevap verilirken, kendinden 9 ay sonra mezun olanların –hem de istedikleri yerlere (Örneğin: Ankara’da Bakanlıklar ve Sıhhiye civarındaki Kamu kurumlarına) - tayin edilmelerini de şansızlığı, toplumsal konumunun düşüklüğü, yeteneksizliği, tembelliği, fırsatları değerlendirememesi, vb bireysel özelliklerinin bir sonucu olarak görür ya da -daha kestirmeden giderek- “kader” der ve huzur bulur.
Fakat, tüm bunlardan daha korkunç olanı, yönetilenlerin, yani Cebe Muhali gibilerin, yönetenleri kendilerinden bilmeleridir. Bu, insanın en aşağılık konumu; “sürü” halidir. [color="red"]Yani, Türkiye’de kimin, kim olduğunu ve devlet hiyerarşisinde nerede olduğunu, yani asker-sivil bürokrasisinin hangi kriterlere göre yapılandırıldığını bilemezler.[/COLOR] Ne yazık ki, yöneten gerçek azınlık –yönettiği çoğunluğun kimliğine gizlendiği için-pek nadiren tanınır. Çünkü, bu iki sınıf insanı birbirinden ayıran işaretler açıkta değildir, yani onları ayıran özel kıyafetler, üniformalar, vb gibi ayırt edici işaretler yoktur; ayırt edicilik dış görünüşten daha çok içsel/zihinsel bir olgudur. Dışardan bakan Yahudi olmayan birisi, üstün ve basit insanların oluşturduğu toplumu tek biçim (uniform) görebilir, bu, bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Çünkü, bu iki kategorinin birbirine karışması mümkün değildir. Hele, yöneten yabancı, yönettiğinin tarihini, dilini, kültürünü, vb ondan daha iyi biliyor, daha iyi konuşuyorsa bu ayrımı yapmak sıradan bir insan için imkânsız olur, ancak Türkiye’de son yıllarda olduğu gibi- belki de bilinmeyen bir planın tamamlayıcısı olarak- içerden bilgi aktarılırsa yöneticinin yabancı olduğu anlaşılabilir.

Bir sorunu doğru bir şeklide ortaya koymak, onu çözmekten çok daha zordur, ancak bundan daha zoru, farkında olmayanları farkına vardırmaktır. Prof. Dr. Yalçın Küçük ve yazar Soner Yalçın’ın kitapları başta olmak üzere. Ilgaz Zorlu, Ergun Poyraz, Harun Yahya (nick: sembolik ad), vb adındaki yazarların kitaplarını ve internet ortamındaki makalelerini okuduktan sonra, günümüzdeki ve yakın geçmişteki iktidarlara, parlamento ve mahalli seçimlere, üniversiteler ve kamu mülakat sınavlarına daha bir dikkatle bakmaya başladım ve anladıkça/kavradıkça şaşırdım/sarsıldım; sorun bir solcu-sağcı, Alevi-Sünni, laik-şeriatçı, Türk-Kürt, vb sorunu değildi. Sorun “etnik” bir sorun idi ve inanç örtüsü altına gizlenerek yürütülüyordu.

Ömrünü Türkiye ve dünya gizli Yahudilerinin şifrelerini, kodlarını ve planlarını/projelerini çözmeye/anlamaya adayan ve bu konuda çok sayıda kitap yazan baba tarafından Hatay Yahudi’si olan Prof. Dr. Yalçın Küçük, Cumhuriyet’in görünürde 1923’te, gerçekte ise 1926’da (İstiklal Mahkemeleri’nde Filistin’de bir devlet isteyen Siyonistlerin asılmasından sonra) kurulduğunu, laiklik, kadın-erkek eşitliği, demokrasi, yazı devrimi, kılık-kıyafet düzenlemesi, medeni kanunun, kız-oğlan karma eğitimi, vb gibi şeriata cepheden karşı olan Çağdaş Batı Uygarlığı değerlerinin bu tarihten itibaren devlet yapısına ve toplum yaşamına girmeye başladığını(reformasyon), ancak 1948 yılında İsrail’in kurulmasından sonra, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurulmasında çok büyük katkıları olan dünya Yahudiliğinin, bu kez kurduğu bu rezerv (saklanmış, yedek) devletini yıkmak için temeline döşediği Batı Uygarlığı taşlarını sökmeye başladığını ileri sürmüştür. İlk önce mitsel bir toplum yapılanması için gerekli olan dönüşümler yapılmıştır. Bunun için, 1950’lerde Ezanın yeniden Arapça ’ya çevrilmesi, köy çocuklarına bir yandan evrensel değerleri öğretip, ulusal bilinç aşılarken diğer yandan onları teknik alanlarda (yol, okul, ev yapımı, elektrik, su tesisatı, terzilik, arıcılık, ziraat, bahçecilik, vb ) kalifiye eleman olarak biçimlendirme kurumu olan Köy Eğitim Enstitüleri’nin kapatılarak yerine Türk çocuklarında tarih bilincinin oluşmasını engelleyen, eski medreselerin devamı niteliğindeki “imam-hatip okulları”nın açılması ve özellikle 1967’de İsrail’in Arap ordularını hezimete uğratarak kalıcı bir devlet olduğunu kanıtlamasından sonra bu reformların yine Yahudiler eliyle daha kapsamlı ve kan dökerek kazınmaya başladığını ileri sürmüştür.( Prof. Dr. Y. Küçük: İsyan-1, s: 541)

Türk-Moğol etniğinden olanların, her şey den önce, egemen ırkın; İbranilerin, yönettiği halkın dikkatini her zaman –o günün koşullarına göre- kendi üzerinden başka tarafa, örneğin Alevi-Sünni, sağ-sol, laik-anti laik, Türk-Kürt, vb çevirmekte, ustalığını anlayabilmeli/görebilmeliyiz. Bunun için, egemen ırkın yönlendirdiği yüzeysel görüşlerin ötesine, derine bakma yeteneğinin gelişmesi şarttır; bize gösterilen uyduruk senaryoların yazıcılarını ve aktörlerini görebilmenin yanında yaşadığımız zamanın çok gerilerinde kalanları da görebilmeliyiz.

Son söz: Tarihimize Türk kimliğindeki İbrani tarihçilerin baktırdığı efsaneler-destanlar penceresinden değil, ‘materyalist’ açıdan bakabilmeliyiz ki, “sorgumla” yetimiz gelişebilsin.

Konu cebe tarafından (05.03.2016 Saat 12:47 ) değiştirilmiştir..
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 30 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor...