Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)
Sivas - Sivaslilar.Net - Sivashaber - Sivasforum - Sivasların En Büyük Buluşma Merkezi - Yiğidolar - Tekil Mesaj Gösterimi - EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI
Tekil Mesaj Gösterimi
Alt 16.01.2016, 10:46   #6
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 14:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 582 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Cevap: EPİLEPSİ (SARA) HASTALIĞI ve DOSTOYEVSKİ'NİN ROMAN KAHRAMANLARI

TUHAF DUYGULAR YAŞAMAK

“Tersliğe bakın ki o sırada Stepan Trofimoviç’in elden ele dolaşan, altı yıl önce, yani ilk gençlik çağlarında Berlin’de yazmış olduğu bir şiir, meraklı iki gençle bir üniversite öğrencisinin üzerinde yakalanıyor. Şu anda benim masamın üzerinde bu şiirin bir kopyası var: Stepan Trofimoviç bunu geçen yıl, kendi el yazısıyla yazarak, bir ithafla bezeyip, kırmızı marokenle kaplattırdığı bir cilt içinde bana armağan etmişti. Şiirin edebi değeri yok değil, üstelik dâhice yazılmış da denebilir, ama tuhaflığı da var... doğrusunu isterseniz, konuyu kendim de pek kavrayamadığım için, istendiği gibi anlatamayacağım: Faust’un ikinci kısmını anımsatan liriko- dramatik biçimde bir allegori, yani mecazi bir şiir. Sahne, kadınlar korosuyla açılır, sonra onun yerini erkekler korosu alır, daha sonra, görünmeyen güçler korosu gelir, en sonunda da, henüz yaşamamış, ama yaşamak isteğiyle kıvranan ruhlar korosu çıkar. Bütün bu korolar, belirsiz bir şeyi dile getirir, daha çok birisini suçlarlar; ancak onlarda geniş bir mizaha yer verilmiştir. Derken sahne birdenbire değişir, ’yaşayanların bayramı’ gibi bir şey başlar. Burada, haşereler bile şarkı okurlar, sonra Latince duaları andıran sözler söyleyen bir kaplumbağa çıkar ortaya. Dahası, anımsadığıma göre maden, cansız bir madde olan maden bile bir şarkı söyler. Genellikle herkes bir şarkı söyler, konuşmalar bile belli belirsiz tartışmalı geçer; ancak bütün bunlar gene de yüksek bir anlam taşımaktadır. Sonunda sahne gene değişir, sahnenin ortasında bir dağ başı görünür, kayalıklar arasında uygar görünümlü bir genç başıboş dolaşmaktadır, bu genç bilinmeyen bazı otları koparır ve emer; peri kızının bu otları niçin emdiğini sorması üzerine, kendisinde çok fazla canlılık hissettiği için bu otların özsuyuyla avuntu bulduğunu, ancak en büyük isteğinin (bu istek, belki de gereksizdir) elden geldiğince çabuk, aklını yitirmek olduğunu söyler. Derken birdenbire yağız bir at sırtında güzeller güzeli bir delikanlı çıkagelir. Arkasında çeşitli uluslardan bir kalabalık vardır. Delikanlı ölümü temsil etmektedir, arkasındaki kalabalıksa onu istemektedir. En son sahnede Babil Kulesi’yle onun kimi asma katları belirir, sonra insanlar yeni umut şarkıları söyleyerek kulenin inşasını tamamlamaya başlarlar. Ta tepeye kadar çıkınca, sözgelimi, Olimp’in sahibi, gülünç bir durumda kaçıp gider, bunun farkına varan insanlar da onun yerini doldurarak eşyaya yeniden uyarlanırlar ve yeni bir yaşama başlarlar, işte o zaman tehlikeli buldukları şiir buydu. (Ecinniler, s:8)
...
“Boyuna falıma bakıyorum, Şatuşka,” dedi. ”Ama hiç de istediğim gibi çıkmıyor.”/.../ Hep aynı şey çıkıyor; bir yol, kötü bir adam, biri beni aldatıyor, bir ölüm döşeği, bir mektup, beklenmedik bir haber. Yalan bunlar hep, ben biliyorum. Sen ne dersin, Şatuşka? insanlar yalan söylerse fal niçin yalan söylemesin?” Birden iskambilleri karıştırdı. “Praskovya Ana’ya da aynı şeyi söyledim, çok saygıdeğer bir kadın, baş rahibeden gizli benim oturduğum hücreye gelir fal baktırırdı. “Yaa ! Hem gelen yalnızca o değildi. Ah, diye iç çekerler, başların ı sallarlar, aralarında fiskos ederlerdi. Bense gülüyordum! Nerden mektup gelecek size Praskovya Ana, diyordum ona, on iki yıldan beri bir tane bile almamışsınız. Bir kızı varmış, kocası alıp Türkiye’ye götürmüş; oniki yıldır öldü mü kaldı mı, haber alamamış, derken ertesi gün başrahibeyle oturmuş çay içiyoruz, başrahibe, (doğuştan prensestir.) bir de hanım vardı, konuk, hayalci bir kadın, sonra Aynaroz manastırından gelme bir de papaz vardı, pek farklı bir adam, bana öyle geldi, inanır mısın Şatuşka, bu Aynaroz manastırı papazı, o sabah Praskovya Ana’ya Türkiye’deki kızından mektup getirmemiş mi! -gördün mü karo valesini- ummadık haber! Çayımızı içiyorduk, Aynaroz papazı, ‘başrahibe, saygıdeğer başrahibe’ dedi, ‘duvarları içinde böyle büyük bir hâzineyi sakladığı için Tanrı hepsinin içinde manastırınızı kutsadı.’ Başrahibe: ‘Hangi hazine?’, ‘Lizaveta Ana cennetlik.’ Bu cennetlik Lizaveta manastırda uzunluğu iki arşın yüksekliği olan bir kafes içine kapanmıştı. On yedi yıldır orada, demir parmaklıkların arkasında oturuyordu. Yaz kış... Arkasına kaba kendirden bir gömlek giyerdi, bedenine acı versin diye gömleğinin arasına saman çöpleri, çalı çırpılar tıkıştırırdı; on ye¬di yıl tek bir sözcük konuşmadı, saçını taramadı, yıkanmadı. Kışın kafesin içine bir gocuk koyuyorlardı, her gün bir dilim ekmek ve bir testi su verirlerdi. Ziyaretçiler onu görünce ah, vah ederler¬di. Para verirlerdi. Başrahibe hırslandı: ‘O mu büyük hazine?’ dedi (Başrahibe Lizaveta’dan nefret ederdi), ’Lizaveta’ dedi inadından, ‘tersliğinden orada oturuyor, ikiyüzlülük onunkisi.’ Hoşuma gitmedi, o zamanlar ben de kapanmak istiyordum. Tanrı ile doğa, ikisi aynı şey sanıyorum, dedim. Hepsi birden bana dönüp: ‘Şuna bak!’ diye bağrıştılar. Başrahibe gülmeye başladı. O kadın kısık sesle bir şeyler söyledi, beni yanına çağırdı, saçlarımı okşadı, kadın da pembe bir kurdela armağan etti bana. Göstereyim mi şimdi? Sonra papaz bana uzun uzun öğüt vermeye başladı; öyle de tatlı tatlı, usul usul konuşuyordu ki dinlememek elimden gelmiyordu. Bana, ‘Anlıyor musun?’ diye sordu. ‘Hayır, hiç anlamadım, beni rahat bırakın,’ dedim. O gün bu gün beni rahat bıraktılar, Şatuşka! Bir gün bizim manastırdan yaşlı bir kadın, gelecekten haber vermeyi öğrenmek için çile dolduran bir kadın, kiliseden çıkarken kulağıma eğildi de: ’Tanrı anası nedir sana göre?’ diye fısıldadı. ‘Büyük anamız’ diye cevap verdim, ‘insan oğullarının avuntusu!’ ‘Evet,’ dedi. ‘Tanrı anası, büyük ana, nemli toprak, onda insanların büyük neşesi saklı. Dünyada çektiğimiz her acı, döktüğümüz her gözyaşı, bizim için bir sevinçtir. Bastığın toprağı yarım arşın derinliğine gözyaşlarıyla ıslattığın zaman her şeyden neşe duyarsın, acın kalmaz, dünya ahret esenlenirsin. Bu vahiydir,’ dedi. Bu sözleri ta yüreğime işledi. O gün bugün,her duada, secdeye kapanınca yeri öperim, alışkanlık edindim. Hem öperim, hem ağlarım. Ben söylüyorum, Şatuşka, bu gözyaşlarında acılık yok. İnsan, derdi olmasa da, sevincinden ağlıyor. Gözyaşın kendiliğinden boşanıyor, inan bana, kimi vakit göl kıyısına giderim; gölün bir kıyısında manastır, bir kıyısında Yalçıntepe dedikleri sivri bir dağ var. Arada sırada bu dağa tırmanırım, yüzümü doğuya çeviririm, yere kapanırım, ağlarım ne kadar zaman ağladığımı anımsamıyorum, hiç bilmiyorum, hiç, hiç... Sonra kalkarım, geldiğim yoldan geri dönerim, o sırada güneş batmak üzeredir, öyle de büyük, öyle de kabarık, öylesine de güzeldir ki! Güneşe bakmayı sever misin, Şatuşka? Güzel olur, ama sıkıntı verir. Yeniden doğuya dönerim, gölge, dağımızın gölgesi, gölümüzün üstünde koşar, ok gibi, uzun, upuzun, ince... Bir mil öteye kadar, gölün üzerindeki odaya kadar, oraya kadar uzanır, orada bu kayadan adayı ikiye böler, gölge ikiye bölündü mü, ötede güneş batar, birdenbire her şey kararıverir. O zaman bir hüzün çöker üstüme, belleğim uzanır; karanlık beni korkutuyor, Şatuşka! En çok bebeğim için ağlıyorum.”

“Çocuğunuz var mıydı?”

Onu dikkatle izleyen, Şatov dirseğiyle kolumu dürttü.

“Elbet. Minicik tırnakları olan bir bebek. Ufacık, pembe pembe. Üzüldüğüm, kız mı oğlan mı bir türlü kestiremedim. Dünyaya geldiği zaman onu patiskalara, dantellere sardım, pembe kurdeleler bağladım, çiçekler serptim üstüne, süsledim püsledim, dua ettim onun için. Vaftiz edilmeden aldım götürdüm, onu ormandan götürüyordum, ormandan korkuyordum. Beni asıl ağlatan şey bir çocuk doğurduğum halde kocamın kim oldu¬ğunu bilememem.”

Şatov usulca:

“Belki de kocan vardı,” dedi.

“Böyle düşüncelerinle bana gülünç görünüyorsun, Şatuşka. Belki kocam vardı, ama kocam olmuş neye yarar, bir kocam yokmuş gibi olduktan sonra? Kolay bir bilmece işte, çöz!” diyerek gülümsedi.

“Çocuğu nereye götürüyordun?”

İç çekti:

“Göle götürdüm,” dedi.

Şatov, gene kolumu dürttü.

“Yoksa hiç çocuğun olmadı da bütün bunlar sayıklamadan mı ileri geliyor, ha?”
Bu sorudan hiç mi hiç şaşırmadı, dalgın dalgın:

“Zor bir soru soruyorsun,” diye cevap verdi. “Bu konuda bir şey söyleyemem; belki de çocuğum yok gerçekten. Beni sorguya çekmen yalnızca merak! Olsun, ben gene ağlamaktan vaz¬geçmem; düş görmedim ya!” Gözlerinde nohut gibi yaş taneleri belirdi. “Şatuşka Şatuşka! Gerçekten karın seni bıraktı mı?” Birden iki elini Şatov’un omuzlarına koydu ve acımaklı gözlerle ona baktı: “Darılma, benim de içim dolu. Biliyor musun, Şatuşka, bir düş gördüm: o bana doğru geliyor, bana işaret ediyor, sesleniyor: ‘gel pisi pisim, gel pisi pisim!’ Hoşuma gitti, beni seviyor sanıyorum.”(Ecinniler,s:142-145)

♦♦♦

(Sividrigaylo ile Raskolnikov’un “hortlak” sohbeti)
- Galiba Marfa Petrovna’yıçok göreceğiniz geldi? (NOT: Marfa Petrovna ölmüş bir kadın)
- Benim mi? Belki de... Belki de gerçekten öyle. Aklıma gelmişken sorayım: Siz hortlaklara, hayaletlere inanır mısınız?
- Hangi hortlaklara?
- Hangilerine olacak, basbayağı hortlaklara işte!..
- Ya siz inanıyor musunuz?
- Evet, belki de hayır. Yani inanırım ama pek de o kadar değil!
Bunların size göründüğü oluyor mu?
- Sividrigaylov tuhaf bir bakışla onu süzdü ve tuhaf bir gülümseyişle:
- Marfa Petrovna ara sıra ziyaret etmek lütfunda bulunuyor! diye fısıldadı.
- Ne demek ziyaret etmek lütfunda bulunuyor?
- Şimdiye kadar üç sefer geldi. Birinci seferinde onu, cenazeyi gömdüğümüz gün, mezardan döndükten bir saat sonra görmüştüm. Buraya hareketimin arifesinde idi. İkinci sefer, önceki gün. Yolda, şafak vakti. Malayavişere istasyonunda gördüm. Üçüncüsünde ise, iki saat önce, oturduğum odada gördüm, yalnızdım.
- Uyanık mı idiniz?
- Tamamıyla. Her üç seferinde de uyanıktım. Geliyor, bir dakika kadar konuştuktan sonra, kapıdan çıkıp gidiyor. Her seferide kapıdan girer. Adeta yürüdüğünü duyar gibi oluyorum.
- /.../
Raskolnikov canı sıkılmış bir eda ile:
- Bütün bunlar saçma şeyler, diye bağırdı. Marfa Petrovna geldiği zaman size neler söylüyor?
- Birinci seferinde geldiği zaman, ben çok yorgundum. Cenaze töreni, ruhun rahatlığı için okunan dualar, yas sofrası falan beni iyice yormuştu. Nihayet çalışma odamda yalnız kalmış, bir sigara tellendir miştim. Karmakarışık şeyler düşünüyordum. Birdenbire kapıdan girdi:
“Arkadi İvanoviç, bugünkü telaşınız arasında yemek odasmdaki saati kurmayı unutmuşsunuz!” dedi. Ger¬çekten de, o saati yedi yıldır her hafta hep ben kurardım. Unuttuğum zamanlarda da, her seferinde, bunu bana o ha¬tırlatırdı. Ertesi gün de, buraya gelmek üzere yola çıkmış¬tım. Sabaha karşı istasyonda indim, gece biraz kestirmiş¬tim, vücudum kırılıyordu. Gözlerim hâlâ mahmurdu. Bir kahve getirttim. Birdenbire ne göreyim: Marfa Petrovna, elinde bir deste oyun kâğıdı ile gelip yanıma oturdu: “Arkadi İvanoviç, yolculuğunuzun nasıl geçeceğini, falınıza bakıp söyleyeyim mi?” diye sordu. Karım, fal bakmakta pek usta idi. Falıma baktırmadığım için kendimi hiç affetmeyeceğim!.. Korkup kaçtım. Gerçi o sırada, kampana da çalmıştı ya!.. Bugün de, ahçı dükkânından getirttiğim berbat bir yemekle midem ağırlaşmış bir halde oturmuş sigara içiyordum.
Ansızın yine, Marfa Petrovna içeri girdi. Sırtında, yeşil ipekli kumaştan yapılmış, uzun etekli yeni ve çok şık bir tuvalet vardı: “Günaydın Arkadi İvanoviç” dedi. “Elbisemi beğendiniz mi? Aniska böylesini dikemez.” (Aniska bizim köyde oturan Moskova atölyelerinde çıraklık etmiş eski toprak kölelerinden pek cici bir terzi kızdı) Karım, karşım¬da durmuş, fırıl fırıl, dönüyordu. Önce tuvaletini gözden ge¬çirdim, sonra da dikkatle yüzüne bakarak: “Marfa Petrov¬na, böyle incir çekirdeği doldurmayan şeyler için bana ka¬dar gelmenin, rahatsız olmanın ne gereği vardı?” dedim. “Ah aman Yarabbi, demek artık seni rahatsız etmek de ol¬mayacak!” diye karşılık verdi. Ona. biraz takılmak için: “Marfa Petrovna,” dedim, “ben evlenmek istiyorum.” “Bu sizin bileceğiniz şey Arkadi İvanoviç” dedi,ama karınız ölür ölmez hemen evlenmeye kalkışmanız size şeref vermez!Bari iyi birini seçseydiniz! Yoksa sen biliyorsun, bu ne ona ne de sana mutluluk getirir, sadece kendinizi elaleme güldürmüş olacaksınız!” Karım bunları söyledikten sonra çıkıp gitti.Adeta eteğinin hışırtısını duyar gibi olmuştum. Pek saçma bir şey değil mi?
-Bir doktora başvursanıza!..
-Doğrusunu isterseniz ne olduğunu bilmemekle birlikte, siz söylemeden de hasta olduğumu biliyorum. Bana kalırsa, herhalde sizden beş kat daha, sağlıklıyım. Ben size, hortlakların göründüklerine inanıp inanmadığınızı sormuştum.
Raskolnikov, hatta biraz da öfkeyle:
-Hayır, asla inanmıyorum, diye bağırdı.
Sividrigaylov adeta kendi kendine konuşuyormuş gibi, başı biraz yana eğik ve başka yana bakarak mırıldandı:
-Bu gibi hallerde, genel olarak ne derler? Size derler ki: “Sen hastasın, şu halde sana görünen şeyler aslı olmayan bir karabasandan başka bir şey değildir.
- Zaten işin mantığa sığar yanı da yok!.. Hayaletlerin, hortlakların yalnız hastalara göründüklerini kabul ediyorum. Ama bu hal, hayaletlerin, hortlakların sadece hastalara görünebileceklerini ispat eder, yoksa onların hiç olmadıklarını değil!..

Sividrigaylov, ağır ağır gözlerini ona döndürerek sözlerini sürdürdü:
- Demek yok ha?.. Siz böyle düşünüyorsunuz öyle mi? Peki, şöyle düşünemez misiniz (Siz de bana yardım edin):”Hayaletler hortlaklar, başka dünyaların parçaları, bölümleridir, onların başlangıcıdır. Sağlıklı bir adamın hortlakları görmesine sebep yok. Çünkü sağlıklı bir adam, her şeyden çok yeryüzünün çocuğudur. Bu hesapça da yaradılış yasaları gereğince, yalnız bir dünya yaşamı sürmek zorundadır. Ama, bu sağlıklı adam biraz hastalanı verince, organizmadaki normal yeryüzü düzeni biraz bozuluverince, hemen başka dünya parçalarının görünmesi de olabilir bir hal almaya başlar. Adamın hastalığı arttığı ölçüde öteki dünya ile olan ilişkisi de o ölçüde artar. Böylece insan, öldüğü zaman doğrudan doğruya öteki dünyaya göçer!” Ben bu nokta üzerinde çoktandır düşünüp duruyorum. Eğer siz de öteki dünyaya inanıyorsanız, bu düşüncelere inanabilirsiniz! (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:16-17.)
♦♦♦
"Hiçbir şey düşünmüyor, düşünmek de istemiyordu. Ama, hülyalar birbirini kovalıyor, birbiriyle bağlantısı olmayan başsız ve sonsuz düşünce kınntılan parlayıp sönüyordu. Yarı uykulu hale düşer gibi oluyordu.../ Salonun ortasında, beyaz atlasla örtülü bir masanın üzerinde bir tabut vardı. Bu tabut, Napoli dokuması ipek bir kumaşla kaplı idi. Kumaşın kenarlarına beyaz, kırmalı bir farbala dikilmişti. Tabutun her yanı çelenklerle kuşanmıştı. Tabutun içinde, çiçekler arasında, beyaz tüller giymiş bir kız çoçuğu, adeta mermerden dökülmüş kolları göğsü üzerinde kavuşmuş bir halde yatıyordu. Ama dağınık açık kumral saçları ıslaktı. Güllerde örülmüş bir taç başını süslüyordu. Yüzünün ciddi, adeta sertleşmiş profili de, mermerden yontulmuş gibi idi. Ne var ki, solgun dudaklarındaki gülümsemede, çocuk yaşma uymayan sonsuz bir acının ve büyük bir yakınmanın izleri vardı. Sividrigaylov, bu kızı tanıyordu. Bu tabutun etrafmda ne kutsal resimler, ne de yanan mumlar vardı. Hiçbir dua da işitilmiyordu. Bu kız, kendini suya atarak intihar etmişti. Henüz on dört yaşında idi. Ama, yüreği acıyı tatmış ve genç çocuk bilincini dehşete salan bir karakterle parçalanmıştı. Bu temiz - melek ruh, layık olmadığı bir utançla dolmuş, ondan yükselen son umutsuz çığlık duyulmamış, karanlık, soğuk, nemli bir gecede, rüzgâr; ulumaları arasında boğulup gitmişti.” (Suç ve Ceza, II. Cilt, s:310,311)
♦♦♦
“Hemen söyleyeyim, Stepan Trofimoviç, hep aramızda özel bir rol, bir yurttaş rolü oynuyordu. Bu role bayılırdı; ölür de bu rolden vazgeçmezdi sanırım. Kendisini meslekten yetişme bir aktöre benzetmek istemem,Tanrı göstermesin, ona saygım vardır. Onunkisi bir alışkanlıktı, daha doğrusu, çocukluğundan beri kendisini hep iyi bir yurttaş, önemli bir adam saymasından kaynaklanan bir şeydi. Örneğin ‘polisin kovuşturmasına uğramış’, ‘sürgün edilmiş’ olmanın zevkine doyamazdı. Bu iki küçük sözcüğün, yani kovuşturma ile sürgün sözcüklerinin estetik büyüsü onu bir daha ayılmamacasına sarhoş etmişti. Bu iki sıfatı benimsediği için de kendisini dev aynasında görüyor, kişiliğini büyülte büyülte sonunda bir övünme kaidesinin üstüne heykel gibi kuruluyordu./.../ Ne dersiniz! Meğer o bunda kendi kendini aldatmış. Günün birinde, Stepan Trofimoviç’in öyle herkesin sandığı gibi, kentimize ‘sürgün’ olarak gelmek şöyle dursun, ömründe ‘polisin kovuşturmasına’ bile uğramamış olduğunu şaşkınlık içinde -ama doğruluğuna inanmak zorunda da kalarak- öğrendim. Durum buyken, siz hayal gücünün enginliğine bakın ki, ömrü boyunca birtakım makamların kendisinden çekindiğine, her attığı adımın kollandığına, her davranışının gözetlendiğine, son yirmi yıl içinde değişen üç validen, her birinin kenti yönetmeye gelirken Petersburg’tan kendisiyle ilgili bir sürü dosya ve uyarıyla yola çıktığına inanıp durdu. Ama pek sayın Stepan Trofimoviç’e hiçbir şeyden çekinmesine gerek olmadığı açıkça söylense, bunun kanıtları da gösterilseydi, kesinlikle gücenirdi.”(Ecinniler, s:6)
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 27 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor...