Warnung: Illegal offset type in [path]/includes/functions_post_thanks.php (Zeile 110)
Sivas - Sivaslilar.Net - Sivashaber - Sivasforum - Sivasların En Büyük Buluşma Merkezi - Yiğidolar - Tekil Mesaj Gösterimi - Türk-Moğol Kabile Yaşantısı-1
Tekil Mesaj Gösterimi
Alt 08.04.2016, 15:24   #20
cebe
Tecrübeli Yiğido
NO AVATAR
 
cebe Şuan cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır
Son Aktivite: 17.08.2016 14:36

Üyelik Tarihi: 12.01.2009
Mesajlar: 245
Tecrübe Puanı: 585 cebe FORUMLARA KATILIMI BIRAZ DAHA ARTABILIR
Standart Cevap: Türk-Moğol Kabile Yaşantısı-1

Göçebe Türk Budun (Kara Budun)’un İnancı: Şamanizm
(Yerleşik Yaşam Öncesi Türk-Moğol Toplulukların Dini: Şamanizm)

Türk-Moğol göçebe boyların/budunların dini, doğuda Çin sınırında ilk kez izlenmeye başladıkları dönemlerden (İ.Ö. 3. yüzyıl) batıda İran sınırında yerleşik yaşama geçmeye başladıkları (İ.S. 8. yüzyıl) sürece kadar “Şamanlık” idi.

Şamanizm, Türklerin de dahil olduğu Orta Asya’nın görece eşitlik içinde yaşayan bütün göçebe kavimlerinin dinidir.Aslında Şamanizm, sadece Eski Türklerde-Moğollarda değil, dünyanın birçok ayrı bölgesinde yer alan ve olağanüstü genişlik kapsayan bir uygulamadır. Dünyanın bütün göçebe ve yarı-göçebe alt kültürlerindeki inanç ve düşünce Şamanlığa dayanır. Ancak Şamanlık üzerine yapılan birçok araştırma çoğunlukla Sibirya üzerine odaklanır. “Şaman” sözcüğü Tunguzca “saman” dan türetilmiştir (NevillDrury: Şamanizm, s:35. Türkçesi: Erkan Şimşek. Okyanus Yayınları ).

Peygamberi, kutsal kitabı ve tapınakları/camileri olmayan Şamanizm, “kam” ları, yani rahipleri tarafından idare edilirdi. Kutsal günlerde, ölüm, gömme ve bayram ayinlerini her türlü dua merasimlerini idare eden, halkın sorunlarını çözen, dertlere deva bulan bu kam’ların Tanrı ile ilişkilerde bulunduklarına inanılırdı.”(Osman Turan: Selçuklular ve İslamiyet. Aktaran Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman Olduk, s:4.)

Şamanizm’e göre tüm doğa canlıdır, her varlığın bir ruhu vardır, bu nedenle de kutsaldır ve saygı duyulmasını ister. (NevillDrury: Agy,s:18) Güneş, ay, yıldız, vb göksel cisimlerin tümü de Tanrı’dır, onların da canlı olduğuna, ruh taşıdığına inanılır ve bu göksel cisimlerin tümüne birden “Gök” denir. Gök(mavi) sözcüğü, Tengri (Tanrı)'nin sıfatı olarak kullanılır. Tanrı (Tengri) deyimi hem nesnel göğü, hem de onun ruhunu belirtir. Başka bir söylemle, Gök Tanrı, gökteki bütün yıldızları, güneşi ve ayı kapsayan nesnel bir varlıktır. Gök’e en yakın yerler olan yüksek dağlar da kutsaldır çünkü tepeleri göğe değen dağlar ile Gök(Tanrı)birbirine karışır. Yani, yüksek dağların tepeleri de tanrısallık kazanır. Bu nedenle, yüksek dağların ruhlarının çok güçlü olduklarına inanılır ve bereket için onlara dua edilir. (Bu inanç, tarihsel bilinçten yoksun fakat geleneğin taşıyıcı olan Türkiye’deki Kzılbaş-Aleviler tarafından hala yaşatılmaktadır. Bkz.[Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...])

Çeşitli kaynaklarda Orta Asya bozkırlarında, yaklaşık 2000 yıl sürdüğü tahmin edilen göçebe yaşam süresinde, Hun, Göktürk, Moğol gibi çeşitli boy, budun ve Hun, Toba, Göktürk, Avrupa Hunları gibi boy konfederasyonlarında (devletimsi siyasal oluşumlar vb) en büyük Tanrı, Gök Tanrı'dır. Göksel cicimlerin tümü, Gök Tanrı’dır, fakat onu teşkil eden güneş, ay, yıldız, vb gibi her cisim de ayrıca tanrı sayılır. Örneğin Hun hükümdarı, her sabah çadırından çıkarak güneşe, geceleri de aya tapar. Gerdizi, Eski Türklerin dağların "Tanrı makamı" olduğuna inandıklarını yazar. Kağanlar da dağlarda otururlar. Ötüken dağı, Türk imparatorluklarının kutsal merkezidir. Bu yüzden onlara minnet duyarlar ve kurbanlar keserler. Örneğin, göçebe Şamanist halklardan olan Hunlar, kimi kutsal dağlarda Gök Tanrı'ya kurban kesmekteydiler. Gök Tanrı‘ya kurbanlar ona en yakın yerde, dağ tepelerinde sunulurdu. Örneğin, 7.yüzyılda Göktürklerin yerleştiği Ötüken’in, Tanrı Dağları’nın ve ormanlarının kutsal sayıldığı görülmektedir.

Orhun yazıtlarında bir kez geçen Umay Tanrıça’nın dışında hep Tengri’den ve Gök Tengri’den söz edilir. Bilge Kağan yazıtlarda,”Tengri gibi Tengride(Gök’te) olmuş, Tengri gibi tengri yaratmış,” diye tanıtır. Babası İlteriş Kağan’ı ve anası İlbilge Hatun’u ,” Tengri tepesinden tutup yukarı kaldırır “ ve Türk Budun’un başına geçirir.
Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insan oğlu kılınmış. İnsan oğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk budunun ilini töresini tutuvermiş, düzenleyi vermiş. ....kendimi o Tanrı kağan oturttu tabii…” (Prof. Dr. Muharrem Ergin: Orhun Abideleri, s:19)

Çin kaynaklarına göre Göktürklerde Tanrılara kurbanlar kesmek çok önemlidir, büyük kurbanlarda, Tanrı'ya kurban törenini bizzat Kağan yönetir. Göktürkler her yıl Tanrılara üç büyük kurban töreni düzenlerlerdi. Birinci kurban ecdat mağarasında, ikinci büyük kurban Tamir nehri kıyında Gök Tanrı'ya sunulur, pek çok at ve koyun kurban edilirdi. Üçüncü büyük kurban ise Ötüken'den250 Km kadar uzakta, üstünde ağaç ve bitki bitmeyen çok yüksek bir dağda yer tanrıya verilirdi. (Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi. Birinci Kitap, s:355)

Altaylı Şamanlar dualarında doğrudan doğruya Altay Dağları'na seslenirler. " Üzülmeyelim, Tanrı var; tasalanmayalım, Altay var. Altayım diye tapınıyoruz." (Doğan Avcıoğlu: Agy,s:355) .

Çağdaş Yakutlara göre, iki kardeş olan güneş ve ay, Tanrı’dırlar. Çağdaş Altaylılarda güneş ana, ay atadır. Yıldızlardan Solban tanrı sayılır. (D. Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, Birinci Kitap, s: 352)

Hun, Göktürk ve diğer göçebe Türk boylarının sosyolojik analizinde model olarak kabul edilen Moğollar da Gök’e inanırlar; güneşi ve ayı ulularlar. Moğol tarihi ve sosyolojisi konusunda otorite kabul edilen Prof. Dr. BorisYakoleviçVladimiristov,

Moğollar güneşe, aya ve ateş, suya ve torağa saygı gösteriler. Kökleşmiş dini ayinleri, hatta dinlerinin, mezheplerinin tam bir hududu yoktur, başka dinler mensuplarına karşı müsamahacı, daha doğrusu kayıtsız oluşları da belki bundandır.”demiştir.( BorisYakovleviçVladimirtsov: Moğolların İçtimai Teşkilatı, s: 75.TTK)

Örneğin, Cengiz Han, nökerlerindenÇurçedai’ya hitaben şöyle dedi:

" ...Yer ve Gök’ün (Tanrı'nın)verdiği güçle Kereyitleri imha ve esir ettik."

Cengiz Han, güneşe dönerek göğsünü yumruklar, ve güneş yönünde dokuz kez secde eder.

Temuçin (Cengiz Han) Burhan dağlarından inerek yumruklarıyla göğsüne vurdu ve şunları söyledi…Bundan sonra Burhan Haldun için her sabah tapınmalıyım, bunu neslim ve neslimin nesli böyle bilsin! Temuçin bu sözlerle kemerini boynuna ve şapkasını koluna asarak güneşe karşı döndü ve eliyle göğsüne vurarak güneşe karşı dokuz defa diz çöküp tövbe ve istiğfar etti”( Moğolların Gizli Tarihi, s: 41. Türkçesi: Prof. Dr. Ahmet Temir. Türk tarih Kurumu.)
En büyük Tanrı “Gök Tengri”dir.

Onlar (Moğollar) için yüksek “ebedi”, gücü ve erki sınırsız olan bir tane yüce Tanrı, Gök Tengri vardır. Ve göksel Tanrıdan hem ayrı hem de onun bir parçası olan , gök kubbenin merkezinde güneş, ay ve yıldızlar gibi göksel Tanrı’ya bağlı, ancak yine de ondan ayrı çok sayıda ikincil Tanrı bulunmaktadır (Jean-Paul Roux: Moğol İmparatorluğu Tarihi, s: 55. Türkçesi: Aykut Kazancıgil-Ayşe Bereket)

Cengiz Han, her konuşmasına, “Kök Tengri'nin (Mavi Gök'ün) dileğiyle,”sözü ile başlardı.

Etnik bakımdan Türk-Moğollara çok benzer tarafları olan göçbe Kazak toplulukları da Gök Tengri’yeinanırklardı.

“Kazak göçebelerinin dini, sinkretizmle(din mitolojisinde başta birbirinden farklı olan geleneklerin birleştirilmesi) dolu olması açısından büyük farklılık arz etmekte idi. Dinin en eski şekilleri daha sonraki şekilleriyle sıkı sıkıya birleşmiştir. Dinin karakteristik yapısı göçebelerin toplum ilişkileri ile bağlılık göstermektedir. Boy şekillenmeleri XX. asra kadar daha aşağı sınıfların üst sınıflarca ezilmesine yol açmıştır. /…/ .Gökyüzü ruhunu ta'zim etme geleneği XX. asır başlarına kadar sürdü ve "Kuday" (Farsça) adını aldı.Güneş kültü: Geçmişin birçok inanışlarındaki daire ve dairesel hareketlerin her biri ayrı bir kültselmânâya sahiptir. Bunların birkaç tanesini anacak olursak, hayvanların toplu hâlde salgın hastalığa uğradığında ölenlerin mezarının etrafında dönmek, yemin şekilleri, sevgi sözü - "aynalayım" (döneyim) - gibilerini sıralayabiliriz. Daire ve daireye yakın şekillerin hepsi Kazakların sanat görüşünde önemli bir yere sahiptirler. Onlara verilen bu değer, mükemmeli, en iyiyi ve gelişmişi sembolize etmelerinden kaynaklanmaktadır. Genelde yeri oldukça büyüktür ve onun bu halkların hayatında var olmuş olması şüphe götürmezdir. /../ Ay kültü: "Onlar, yeni başladıkları veya giriştikleri her işe mutlaka ayın başında veya dolunay zamanında başlıyorlar. Bu yüzden onun önünde diz çöküyorlar ve dua ediyorlar. Güneş’e ise Ay'ın anası diyorlar. Çünkü Ay'ın Güneş'ten ışık aldığını düşünüyorlar."Gökyüzü nesnelerinin göçebeler arasındaki bu saygınlığı, bozkır boylarının astronomi ve kozmik haller hakkındaki afetsel ve maddesel düşüncelerinin bilinmesine engel değildir. (Lezzet Tülbasiyeva:Kazakların Yaşam Estetiği, s:1,2,10,11,13,24,25) Türk Tarih Kurumu Yayını.)

Burada bir parantez açıp, diğer halklarda “güneş kültü”ne değineceğim:

Eski Mısır’da, Firavun Akhenaton‘la birlikte tek bir tanrıya, Güneş’e, yönelişle eş zamanlıdır. Akhenaton, IV. Amenhotep , Amenofis , Akhenaten olarak da bilinir. ([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]) Mısır yeni dönem 18. hanedanının bir firavunudur. Kraliçe Tiye ve III. Amenhotep'in genç olan çocuğudur. Büyük kardeşi Thutmosis babasından önce ölünce tahta önce ortak oldu, sonra da MÖ 1353-1336 ya da MÖ 1352-1334 yılları arasında (Mısır kronolojisinde değişir) firavunluk yaptı. Eşi Nefertiti'ydi.([Üye Olmayanlar Linkleri Göremez. Üye Olmak İçin Tıklayın...]). Eski Mısırlılar, güneş de dahil, bir çok tanrıya taparlardı. Bu tanrıların en önemlileri Güneş (Ra), Boğa(Apik), Kobra yılanı, inek, kedi idi. Firavun Akhenaton ilk kez Tek Tanrı’ya inanmayı önerdi ve uygulamaya koydu; yalnız güneşe taptığını ilan etti ve halkın da kendisi gibi sadece Güneş’e tapınmasını istedi. Ancak, halkın ve sarayın tepkisi büyük olur; dinsizlikle suçlandı. Bu nedenle, eski başkent Teb’i terk ederek, yeni bir başkent kurdu. Ancak, Firavun IV. Amenofis kısa bir süre sonra kuşkulu bir şekilde ölür. Bugün bilim adamları bu firavunun eceliyle değil, Tek Tanrı’ya inanmayı istediği için öldürüldüğünü ileri sürüyorlar ve ölüm nedenini aydınlatmaya çalışıyorlar.

Yaşamın kaynağının Güneş olduğu kanıtlanmış bilimsel biligidir.Güneş enerjisi bitkisel veya hayvansal organizmlarda yağ, nişasta, protein adı verilen bileşiklere dönüşür. Hayvan ve/veya bitkisel besinler alan insanda bu bileşikler insana özgü moleküllere dönüşürken aynı zamanda yaşamın devamı için gerekli olan ATP(AdenozinTrifosfat) adı verilen kimyasal enerjiyi üretirler. Sonuçta, güneş enerjisi insanda kimyasal enerjiye dönüşür. İnsanda bütün fiziksel ve düşünsel eylemler (aktiviteler) ATP ile olur; ATP’nin üretilmediği hücre ölür. Özcesi, güneş yoksa hayat yoktur.

Sadece doğaya “göbek bağı” ile bağlı olan göçebe topluluklar veya mucize bir uygarlığı yaratan Eski Mısırlılar gibi uygar toplumlar değil, bilim insanları da güneşe hayrandırlar ve hatta göçebeler veya eski toplumlar gibi ona taparlar. Bilindiği gibi, “Güneşmerkezli Evren” kuramını ilk ileri süren kişi Eski Yunan bilgesi Aristarkus’tur (İ.Ö. 310-İ.Ö.230).Arsitarkus’un ortay attığı “Güneşmerkezli Evren” düşüncesi, Nikolai Copernicus(1473 - 1543), Giardino Bruno (1548- 1600, böyle düşündüğü için Roma’da Kilise tarafından diri diri yakılarak öldürüldü), Galilei Galileo(1564–1642), Tycho Brahe (1546-1601) tarafından daha da geliştirildi. Ancak bu düşünceyi rayına oturtan bilim adamı, gezegenlerin yörüngelerinin daire değil, elips şeklinde olduğunu keşfeden Alman gökbilimci, fizikçi ve matematikçi Johannes Kepler’dir. (1571 – 1630) dir.

Bilim Tarihi yazarlarından Prof. AlexandreKoyre’ye, “Copernicu kuramına nasıl ulaştı?” Sorusunu soruyor ve şöyle bir yanıt veriyor:

“Copernicus’un gerçekleştirdiği büyük gökbilim düzeltiminin –ola ki en derin nedenlerden biri hiç de bilimsel değildir...Güneş ışığın kaynağı, ışık dünyadaki en güzel, en iyi şey olduğundan, ona öyle geliyordu ki, bu ışık vericinin aydınlatmayı üstlendiği Evrenin merkezinde bulunması, dünyayı yöneten, onu yaratan usa uygundur. Copernicus ısrarla söyler bunu. Onun güneşe taptığına inanmamak için hiçbir neden yoktur sanırım: çağcıl gökbilimi gerçekten başlatan büyük gökbilimci Kepler, Copernicus’tan daha da fazla tapar güneşe.” (AlexandreKoyre: Bilim Tarihi Yazıları, s: 119-120. Türkçesi: Kurtuluş Dinçer. TUBİTAK).

Copernicus’un günmerkezli kurama inanamasının temel nedeni, kendi deyişiyle, “
“ Bütün evreni aydınaltan ışık kaynağı için merkezden daha iyi bir yer olamaz. Güneş merkezli düşünceyi rayına oturtma işi , gezegenlerin yörüngelerini daire değil, elips şeklinde olduğunu keşfeden Alman gökbilimci, fizikçi ve matematikçi Johanneskepler’e göre düştü. Kepler de tıpkı Copernicus gibi günmerkezli sistem, düşüncesini Güneş’e olan hayaranlığından dolayı savunuyordu (Hal Hellman: Büyük Çekişmeler,s:10. Türkçesi: Füsun Baytok. TUBİTAK).
Kepler de, tıpkı Copernicus gibi, Günmerkezli sistem düşüncesini Güneş’e olan hayaranlığındandoalyı savunuyordu. Aslında bu düşünce Kepler’e göre, evrenin yapısının anahtarıdır. Copernicus ile aynı nedenlelrden ötürü; Güneş, ona göre, Tanrıyı simgeler; yaratılmış Evren’de kendini dile getiren yaratıcı Tanrı’nın simgesi, Evrenin görülür Tanrı’sıdır; bunun içindir ki, Evren’in merkezinde bulunması gerekir.(DiscoveryChannel, Ağustos 2005.)

Bu düşnürlerin fiziki dünyayı anlamak için oluşturdukları kuramlar (teoriler), fizikötesi (metafizik) kaynaklıdır.

Sonuç olarak, güneş’e olan hayranlık, yoğun sevgi ve tapınma Ortadoğu’da Semavi (İbrahimi: İbrani) Tek Tanrılı dinlerin doğmasına kaynaklık ederken, Batı’da, Avrupa toplumlarında, bilimsel düşüncenin ve modern gökbilimin (uzaybilim) doğmasına kaynaklık eder.

Burada parantezi kapatıp, Eski Türk-Moğol topluluklarının dini olan Şamanizm’e dönüyorum.

Özet olarak, Türk-Moğolların yerleşik yaşama geçmeden önceki dinleri Şamanizmdir. Yerleşik yaşama geçmeye başladıkları süreçte de, Budizm, Manihaizm, Nesturilik, Hıristiyanlık, Yahudilik, İslam, vb yerleşik sınıflı toplumların dinleri/inançları ile karşılaştıklarında “Şamanlık” inancındaydılar.Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin arasında Maveraünnehr olarak bilinen İran kültürünün yaşandığı, tarım ve ticari faaliyetlerin yoğun olduğu bölgede yerleşik yaşama geçenlerin bir kısmı yerlilerin inançlarını benimserlerse de, asıl kitle kendi dinleri Şamanlığa bağlı kalır:

“Geniş sınır bölgeleriyle başka din ve kültürlere temas eden göçebelerin, yerleşik ırkdaşlarının yabancı dinleri kabul etmiş olmalarına rağmen, uzun asırlar boyunca milli dinlerine yani Şamanlığa bağlı kalmaları,onların yaşama şartları ve düşünüşleriyle yakından ilgilidir” (.(Osman Turan: Selçuklular ve İslamiyet. Aktaran Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman Olduk, s:174.)

Çünkü, Şamanlık, kandaş toplumun örgütselliğini de açıklayan sosyal bir temeldir. Diğer bir deyişle, örgütsellik ile onun kutsallık planındaki yansıması Şamanlık, karşılıklı kaçınılmaz bir ilişki içerisindedir. Kandaşlığın içsel gelişmesi ile dış etkileşimi de bir bütün oluşturur.

Kısacası, Türk göçebelerin kendi tarihsel, siyasal, ekonomik, kültürel coğrafyasında kendi gereksinimlerine göre biçimlenen Şamanlık inançları ile Maveraünnehr’e gelmeleri Arapların gelmesinden yaklaşık 200 yıl öncesinden başlamıştı. Türklerin Şamanlığın örgütselliğinde geldikleri süreçte Maveraünnehr Budizm, Nesturilik, Musevilik, Zerdüştlük, Manicilik, Hıristiyanlık vb inançların yoğun olarak yaşadığı/ yaşandığı tam anlamıyla bir kültür-inanç harmanıydı. Ancak bu durum Şamanist Türkler ve diğer inançtaki halklar açısından bir "sorun" olarak karşılanmıyordu. Çünkü, bölge sakinlerinin, taassup, dar görüşten uzak ve aşırı derecede bir dini müsamaha ve toleransa sahip olmaları nedeniyle bütün dinler bu alanda birlikte varolabilmekteydiler. Hatta, tüm bu dinler, kendilerine Türkler içinde belli bir yer edinirler.

Türk göçebe yaşamını çözümlemede model olarak kullanılan Moğol göçebelerinin dini inançları konusunda İranlı tarihçi ve İran Moğol Devleti’nde yüksek bürokrat olan Cuveyni (1226 -1283), Moğollar için, ”Hiçbir din ya da imana karşı çıkmıyorlardı, hatta özendiriyorlardı” demiştir.( Yalçın Küçük: İsyan- 1, s: 193, dipnot.)

Moğol tarihi ve sosyolojisi konusunda otorite kabul edilen Prof. Dr. Boris Yakoleviç Vladimiristov,

Moğollar güneşe, aya ve ateş, suya ve torağa saygı gösteriler. Kökleşmiş dini ayinleri, hatta dinlerinin, mezheplerinin tam bir hududu yoktur, başka dinler mensuplarına karşı müsamahacı, daha doğrusu kayıtsız oluşları da belki bundandır, ” demiştir. (BorisYakovleviçVladimirtsov: Moğolların İçtimai Teşkilatı,s: 75. Türkçesi: prof. Dr. Abdulkadir İnan. Türk tarih Kurumu Yayını.)

Gerek ilk göçebe kabilelerin yaşamlarında, gerekse onlardan sonra ortaya çıkan köleci ve feodal düzenlerde din toplumun yönetiminden ayrı düşünülemezdi. Göçebe bir toplum olan Türklerin V. Yüzyıldan itibaren yerleşik hayata geçmesi dolayısıyla sınıfsal farklılaşmaların oluşmaya başlaması yani göçebeliğin (kandaşlığın) çözülüşüne bağlı olarak ve komşu uygarlıkların etkisiyle artık kendilerine yetersiz gelmeye başlayan Şamanizm’in dışında, yeni konumlarına uygun diğer dinlere geçmeye başladığı görülür. Kabile hayat tarzı ile uygar hayat tarzı arasında yaşanış, düşünüş, inanış v.b. farklılıklar vardır. Eski dinleri Şamanlık artık ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Çünkü Şamanca yaşamak, en doğal, en gösterişsiz, en sade ve en alışılmamış olanı ve de düşünce ve mantık yerine duygu ve sezgilerini ön plana çıkararak yaşamaktır. Paranın bilinmediği, onun yerine ürünlerin değişiminin olduğu bir toplumda, dolayısıyla onun dini Şamanlıkta ticaretin düzenlenmesinden söz edilemez. Oysa, uygar toplumlarda (yerleşiklerde, kentlilerde) insanların doğayla ilişkilerinden çok, insanın insanla, insanın toplumla ilişkisi söz konusudur. Bu ilişkide temel aracı paradır, yani ticarettir.

Oysa, uygar toplumlarda (yerleşiklerde, kentlilerde) insanların doğayla ilişkilerinden çok, insanın insanla, insanın toplumla ilişkisi söz konusudur. Bu ilişkide temel aracı paradır, yani ticarettir. Göçebenin en büyük geçim kaynağı savaşlardan elde edilen yağmadır yani başkalarının ürettiklerine el koymaktır. Oysa, köylüleşmiş olanlar tarımsal üretim yaparlar, kentte oturanlar ticaretle geçinirler, savaş onların aleyhine bir durumdur. Bu nedenle de yerleşikler kendi hayat tarzlarına uygun dinleri tercih etmişlerdir. Örneğin, Göktürkler devrinde Bilge Kağan, Mani dinine ilgi duyduğu zaman, Çin’de eğitim görmüş olan danışmanı Tonyukuk, Mani dini’nin yerleşiğin dini olduğunu, bu dinin Türklere iyilik getirmeyeceğini, çünkü Türklerin savaş yeteneğini kaybedeceğini ileri sürerek vazgeçirmiştir.

Bu nedenle de kandaş toplulukların kendi içsel değişmeleri, birbirleriyle ve uygar dünya ile ilişkileri soyutlanarak ele alınamaz. İçsel devinimin yanında, komşu Çin, Hint ve İran Uygarlıkları da göçebe hayatı etkilemeye, kandaşlık bağlarını çözmeye başlamıştı. Kandaş toplum içindeki varlık ve güç farklılıkları, insanlar arasında zıtlaşmalar ve sosyal kutuplaşmalar biçimin alınca, o duruma uygun olarak daha üst uygarlıktaki Çin dini “Tsin”, Hint kaynaklı Budizm, İran’da yaygın olan Zerdüştlük, Maniheizm ve Nasturilik, daha Batı’dan, Harzim’den, gelen Yahudilik dinleri Şamanlığı kendi lehlerinde etkileyerek sınıfsal farklılaşmayı “inanç” düzlemine çekerek daha da belirgin duruma getirmişlerdir. Ancak, servet farklılaşmasına ve hatta sınıflaşma belirtilerine karşın, kan bağıyla bağlı akraba kabile üyeleri arasında geniş bir dayanışma yine de yürürlükteydi, yani toplumun büyük bir kesiminin örgütselliğini “kan bağı” sağlıyordu Bunun insanlar tarafından algılanması “ inanç”(Şamanlık) şeklinde idi.

“Geniş sınır bölgeleriyle başka din ve kültürlere temas eden göçebelerin, yerleşik ırkdaşlarının yabancı dinleri kabul etmiş olmalarına rağmen, uzun asırlar boyunca milli dinlerine yani Şamanlığa bağlı kalmaları,onların yaşama şartları ve düşünüşleriyle yakından ilgilidir” (Osman Turan: Selçuklular ve İslamiyet. Aktaran Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman Olduk, s:174.)

Savaş sırasında düşman öldürmeyi kutsuyor ancak dini başkalarına kabul ettirmek için savaşı yasaklıyor. İçkiyi kutsuyor, kadın erkek eşitliğini, birlikte yaşamayı ve birlikte eğlenmeyi öngörüyor. Göçebe bir toplumun dini olarak savaşı kutsayışıyla İslamiyet’e benzer yanları da olmakla birlikte Şamanizm, pek çok noktada ondan özsel ayrıma sahipti. Nitekim Arap’ın gelenek ve gereksinimleriyle uzlaşmayan özelliklerin, Türklerin Müslümanlaştırılmasından sonra da içten içe sürüdüğünü ve en son, Anadolu Aleviliği ve onun rafine bir biçimi Bektaşilik olarak kendini bugünlere kadar taşıdığını görüyoruz. Bugün Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kültüründe belki Budizm, Zerdüştlük, Nesturilik, Yahudilik, Manihaizm dinlerinin kalıntıları vardır. Örneğin, III. Yüz yılda İran’da kurulan Mani dininde ağızdan kötü söz çıkması, elden iyiliğe zarar verecek eylem yapması ve gönlün kötü şeylere eğilim göstermesi yasaktır. Mani dininde ağız, el ve ve gönül diye belirtilen bu üç ahlak yasası Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kültüründe “eline ,diline, beline sahip ol” ilkesinin belki de ana kaynağıdır.


Şamanizm, ile kast edilen yalnızca bir inanç biçimi değil; kendine özgü teknikleri ve iş yapma tarzları, toplumu oluşturan grup, zümre ve sınıfların özgül doğası, düşünce ve duyuş biçimleri, manevi alışkanlıklarıyla bütün bir varoluş tarzıdır. İslamın ilk dayatılmasını izleyen yaklaşık 300 yıl içinde bu varoluş tarzının bazı ögeleri, belki büyük bir kısmı, bütün Türk topluluklarında yok oldu, yok olmayanlar ise, dönüşüme/ değişime uğrayarak ve mutlaka İslami bir örtüyle saklanarak, Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kültürünün ögeleri olarak günümüze kadar geldi.
cebe isimli Üye şimdilik offline Konumundadır   sendpm.gif Alıntı ile Cevapla
Yukarıdaki Mesaj için Yandaki 8 Kullanıcı cebe'e Teşekkür Ediyor...